Diğer

Osmanlı'da Aydınlatma

0

Havagazı'nın başkente gelişine dek Osmanlı Devleti'ndeki aydınlatma usulü de diğer geleneksel aydınlatma metotlarından farklı değildi. Meşale, yağ lambası, kandil, çerağ, mum ve benzeri araçlar, en önemli aydınlatma vasıtalarıydı.

Bu dönemde halk, genellikle tenekeden yapılmış ve içinde mum bulunan el fenerleri kullanmıştır. Kayıkçılar, seferlerinde benzer fenerler bulundurmuş; gece yangınlarına koşan tulumbacılar aynı fenerleri taşımış, karanlık vakitlerde bir yerden bir yere girmek mecburiyetinde kalan ahali de da aynı el fenerlerini kullanmıştır. Ayrıca hususi veya kira arabası olarak kullanılan landon, fayton ve paraşolların da geceleri fener kullanması mecburi tutulmuş; fenerler, bu arabaların arabacı bölümünün iki yanına çift olarak asılmıştır. (İlbeyi Özer, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Yaşam ve Moda, Truva Yay., İstanbul, Aralık 2009, 4. Baskı, sf. 135)

Daha çok camilerde kullanılan cam şişeli kandillerin, çok kollu ve zincirle asılanlarına- Farsça, asılan anlamına gelen- avize denilmiştir.

Aydınlatmanın temelindeki mum, saraylarda ve zengin konaklarında balmumu, halk tabakasında ise yağ mumu şeklinde bulunurdu. Gerekli mumu temin edebilmek için çalışan, mum döküp satan bir mumcu esnafı da vardı. Bu esnaf, devlet tarafından tayin edilmiş Şem'ahane Emini tarafından idare edilirdi. Bu makamın onayından geçmeyen; damgalanmamış mum satan esnaf, cezalandırılırdı. Aydınlatma vasıtalarında tekamüller yaşandıkça kullanılan araçlar da değişmiş; geleneksel mumun yerini Avrupa'dan gelen İspermeçet mumu almıştır. (Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, Haz. Niyazi Ahmet Banoğlu, Basım yılı yok, sf. 59)

Hayvansal yağlardan daha fazla istifade edebilmek için kasapların ve ferdi olarak hayvan kesenlerin, bu hayvanların yağlarını, mumculara vermesi de idare tarafından emredilmiştir. (Doğan Kuban, "Aydınlatma", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,C.8, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1993, s.475)

Osmanlı devri aydınlatması, herkesin gözünün önünü görebildiği yerle sınırlı olduğundan şehir, geceleri çok karanlık olurdu. Başta bu sebeple ve emniyet/asayiş gerekçeleriyle İstanbul'da geceleri sokağa çıkma yasağı bile uygulanmıştır. Karanlık İstanbul gecelerinde fenersiz dışarı çıkmak yasak olduğundan Ramazan ayı müstesna olmak üzere fenersiz dışarı çıkanlar suç işlemiş sayılmış ve cezalandırılmışlardır. Geceleri fenersiz olarak yakalananlara hamamda çalışma cezası verilir; suçlular, sabaha kadar hamam külhanlarında çalışırdı. Sabaha kadar külhanlarda çalışan ve üstü başı kirlenen kişilere, müstehzi bir ifadeyle "külhanbeyi" denilirdi. (Doğan Kuban, a.g.m., sf. 474-478)

İstanbul'un karanlığına dair bir şeyler söylemek isteyenler, genellikle Edmondo de Amicis'in 1874 yılında kaleme aldığı eserinde anlattığı İstanbul'dan parçalar aktararak onun, İstanbul'un, Avrupa'daki gündüz en parlak, gece ise en karanlık şehir olduğu yönündeki tespitine vurgu yaparlar. Amicis'in anlattığına göre İstanbul ahalisinin ekseriyeti, geceleri sokaklarda değildir. Sokaklarda bekçilerden, köpek sürülerinden, kaçışan günahkar kadınlardan ve meyhaneden çıkan delikanlılardan (gayr-i müslimlerden) başka kimse yoktur.

Klasik Osmanlı başkenti, karanlık bir şehirdir ve esasında halkın aydınlatmaya dair bir isteği de yoktur. Yatsı namazından sonra evine giden ahali, bu namaza verdiği isimden de anlaşılacağı üzere gece yaşamaz; yatıp uyurdu. Bu hususta seyahatname ve hatıratlarda onlarca örnek bulunabilir. Bunlardan bir tanesinde şöyle denilmektedir: "…Gece hayatı diye, İstanbul yakasında bir şey yok. Herkes akşam çökünce evine barkına girer, sokak kapısını sürgüler, bununla da iktifa edemez; arkadan bir kol demiri geçirir, bir de ortadan bel direği takardı. Ürküntülü idi geceler İstanbul'da. Benim diyen kabadayı geç vakit dolaşamazdı sokaklarda. Erkek, kadın, çoluk çocuk evlere kapalı. (…) Derlerdi ki: Bir zaruret, bir mecburiyet sevkiyle bir kadın gece sokağa çıksa haşerat tasallut eder. Her tarafta felaket pusu kurmuştur. Kadın gece sokağa çıkamaz. (…) Geceleri bekçiler dolaşırdı. Saat başlarında kalın sopalarının demir uçlarını taşlara vururlar, saatleri bildirirlerdi. Polisler de yanlarına dört beş asker ara sıra sokaklarda, caddelerde devriye gezerlerdi. İşte bekçilerin sopa takırtıları ve bu devriyelerin nalça şakırtıları, evlerde kapalı insanlara İstanbul'un hayatta olduğunu bildirir ve ürküntülün yüreklere ümit ve emniyet verirdi." (Sadri Sema, Eski İstanbul Hatıraları, Haz. Ali Şükrü Çoruk, Kitabevi Yay., 2. Baskı, İstanbul 2008, sf. 139-140)

Hatta insanlar, gece sokağa çıkılmasını engellemek için halk içinde türlü türlü sözler üretmiş, bu sözlerle gecenin felaket dolu esrarengizliğine vurgular yapılmıştır. Bu sözlerden bazılarına şu örnekler verilebilir: "Gündüzün şerri, gecenin hayrından evladır", "Gece gözü: kör gözü", "Akşama karşı gitme, tana karşı yatma"

Fakat modern zamanlar, tüm dünyayı değiştirdiği gibi Osmanlı Devleti'ni, İstanbul'u ve İstanbulluları da değiştirmiş; modern batı şehirlerindeki uygulamaları pay-i tahtta tecrübe etmek isteyen bürokratların çabaları netice vermiş ve bir müddet sonra çeşitli halk da batılılaşmanın bir gereği olarak gördüğü aydınlatmayı istediğini dile getirmeye başlamıştır.