Peygamber Efendimiz hangi savaşta yaralanmıştır? Uhud Savaşı ne zaman, nerede ve kimler arasında yapıldı? Uhud Savaşı'nın sebep ve sonuçları nelerdir? Uhud savaşından çıkraılacak hikmetler nelerdir? Bu yazımızda Uhud Savaşı hakkında her şeyi bulabilirsiniz. İşte bütün ayrıntıları ile Uhud Savaşı...
Uhud Savaşı'nın kısaca tarihi…
UHUD SAVAŞI KISACA
Uhud Savaşı, 23 Mart 625'te Medine yakınlarındaki Uhud Dağı'nda Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasında yapıldı. Savaşın sebebi, Bedir Savaşı'nda hezimete uğrayan Mekkeli müşriklerin Müslümanlardan öç almak istemesidir. Meydana gelen savaşta Peygamber Efendimiz'in görevlendirdiği okçuların yerini terketmesiyle birlikte iki ateş arasında kalan Müslümanlardan Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabi şehit oldu. Peygamber Efendimiz ciddi şekilde yaralandı.
Uhud[1] Gazvesi de Bedir gibi Mekkeli müşriklerle yapılan dehşetli bir savaştır. Hicretin üçüncü senesinin Şevval ayında vukû bulmuştur.
UHUD SAVAŞI'NIN NEDENLERİ
Mekkeli müşrikler, Bedir hezîmetinden sonra büyük bir mateme bürünmüşlerdi. Herkes bir yakınını kaybetmişti. Onun intikamını almanın hıncıyla doluydu. Kureyş'in yeni reisi Ebû Süfyan'ın hanımı Hind de bunların başında gelmekteydi. Netîcede aradan fazla bir zaman geçmeden, intikam ateşiyle yürekleri tutuşmuş üç bin kişilik bir müşrik ordusu hazırlandı. Ordunun techîzi için Ebû Süfyan'ın Bedir Gazvesi'nde kurtarmayı başardığı kervandaki mallar kullanıldı. Çevredeki Araplardan da yardım istendi.
Bu arada Hazret-i Peygamber'in amcası Abbas, olup bitenleri Medîne'ye haber verdi.[3] Allah Resûlü de derhal harp meclisini topladı. Medîne içinde kalıp müdafaa harbi mi yoksa şehir dışına çıkarak taarruz harbi mi yapmak lazım geldiği husûsunda istişarede bulundu. Kendileri, müdafaa harbi yapmak taraftarı idiler.
Ancak Bedir Gazası'na katılamamış olan gençlerin ve Hazret-i Hamza gibi yiğitlerin çoğunluğu teşkîl eden reyleriyle, şehir dışına çıkarak taarruz harbi yapılmasına karar verildi.[5] Hatta onların bir kısmı:
"–Biz böyle bir günü sabırsızlıkla bekliyorduk!" dediler.
Bunun üzerine Allah Resûlü, hücre-i saadetine girerek zırhını giyindi. Ancak bu arada Medîne'de kalıp müdafaa harbi yapmaya taraftar olanlar, diğerlerini ikna etmişlerdi. Sa'd bin Muaz ile Üseyd bin Hudayr:
"–Medîne'den çıkmak istemediği halde siz Allah Resûlü'ne ısrar edip durdunuz. Halbuki O'na emir semadan iner. Siz bu işi O'na bırakın. O'nun emrettiği şeyi yapın!" dediler. (Vakıdî, I, 213-214)
Onlar da derhal Resûlullah'a koştular:
"–Ya Resûlallah! Biz sizin reyinize karşı gelmeyiz. Biz hata ettik. Siz arzu ettiğiniz gibi hareket ediniz!" dediler. Allah Resûlü'nün cevabı kesin oldu:
"–Bir peygamber zırhını giydikten sonra harb etmeden onu çıkarmaz! Ben size ne buyurursam, onu yapmaya bakınız! Haydi Allah'ın ismiyle gidiniz! Eğer sabreder ve vazîfenizi de yaparsanız, Allah Teala, zaferi yine size ihsan buyuracaktır!" (Vakıdî, I, 214; İbn-i Sa'd, II, 38)
Nitekim Allah Resûlü, cuma namazını müteakip Medîne'de Abdullah bin Ümm-i Mektûm'u vekil bırakarak bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Ancak yolda münafıkların elebaşısı Abdullah bin Übey'in, üç yüz kişilik taraftarıyla beraber geri dönmesi üzerine İslam ordusundaki asker sayısı yedi yüze düştü. Cenab-ı Hak, bu hadise hakkında şu ayet-i kerîmeyi inzal buyurdu:
"İki birliğin karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, ancak Allah'ın izniyle olmuştur ki, bu da mü'minleri ayırd etmesi ve münafıkları ortaya çıkarması için idi. Bunlara:
«−Gelin, Allah yolunda çarpışın veya müdafaada olsun bulunun!» denildiği zaman:
«−Harbetmeyi bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik!» dediler. Onlar o gün, îmandan çok kafirliğe yakın idiler. Ağızları ile kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir." (Âl-i İmran, 166-167)
"(Ey Resûlüm!) Sen, sabah erkenden mü'minleri savaş mevzîlerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işiten ve bilendir. O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah, onların yardımcısı idi. Mü'minler, yalnız Allah'a dayanıp güvensinler!" (Âl-i İmran, 121-122)
Münafıkların ordudan ayrılışı, bir bakıma ilahî bir lutuf olmuştu. Çünkü onların bu davranışıyla ordu zayıflamamış, aksine içinde bulunan iki yüzlü ve ürkek yüreklerden temizlenmiş, böylece manevî yönden daha dinç ve zinde bir hale gelmişti. Zîra onların savaş anında ihanetleri daha tehlikeli olabilir, mü'minlerin maneviyatını sarsabilirdi.
SAHABENİN ŞEHADET AŞKI
Ensar'dan Selimeoğulları'nın reisi Amr bin Cemûh, topal bir kimse idi. Kendisinin dört oğlu olup Allah Resûlü ile birlikte savaşlara katılırlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz Uhud Gazvesi'ne çıkacağı sırada Amr da sefere katılmak istedi. Oğulları:
"–Sen cihad ile mükellef değilsin. Allah Teala seni özür sahibi olarak kabûl etti. Biz senin yerine gidiyoruz." dediler. Amr:
"–Siz Bedir günü benim cennete girmeme manî oldunuz. Vallahi ben bugün sağ kalsam dahî, muhakkak bir gün şehîd olup cennete gireceğim!" dedi. Sonra hanımına da:
"–Herkes şehîd olup cennete giderken ben sizin yanınızda oturup duracak mıyım?" diyerek çıkıştı. Hemen kalkanını aldı ve:
"–Allah'ım! Beni aileme geri çevirme!" diye dua ettikten sonra Resûlullah'ın yanına gitti. Peygamber Efendimiz'e:
"–Oğullarım beni Medîne'de bırakmak istiyorlar. Beni, Sen'inle birlikte savaşa çıkmaktan menediyorlar. Vallahi, ben şu topal halimle cennete ayak basmayı arzuluyorum." dedi. Allah Resûlü:
"–Allah Teala seni mazur görmüştür. Sana cihad farz değildir." buyurdu. Amr:
"–Ya Resûlallah! Sen benim Allah yolunda ölünceye kadar savaşarak şehîd olup şu topal ayağımla cennette yürümemi uygun görmez misin?" dedi. Nebiyy-i zî-şan Efendimiz:
"–Evet, uygun görürüm." buyurdu. Amr'ın oğullarına da:
"–Artık babanızı savaştan menetmeyiniz. Umulur ki, Allah ona şehadet nasîb eder." buyurdu. Amr kıbleye döndü ve:
"Allah'ım! Bana şehîdlik nasîb et! Beni mahrum ve me'yûs olarak ev halkımın yanına döndürme!" diyerek dua etti ve cihada katıldı.
Uhud Harbi'ne iştirak eden, şehadet heyecanıyle dolu bu sahabî, cihad esnasında; "Vallahi ben cenneti özlüyorum." demiş, netîcede kendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte bu savaşta şehîd düşmüştür. Daha sonra Sevgili Peygamberimiz onun hakkında:
"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Amr'ın cennette topallayarak yürüdüğünü gördüm!" buyurmuştur. (Vakıdî, I, 264-265; İbn-i Esîr, Üsdü'l-Gabe, IV, 208)
UHUD SAVAŞI HAZIRLIĞI
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud Harbi'ne çıkacağı esnada ordusunu teftîş ediyordu. Savaşa katılabilecek yaştaki gençlere izin veriyor, müsait olmayanları ise geri çeviriyordu. Semüre bin Cündeb ile Rafî bin Hadîc de geri çevrilenler arasında idi. Züheyr bin Rafî:
"–Ya Resûlallah! Rafî iyi ok atıcıdır!" diyerek onun ordudan ayrılmamasını istedi. Rafî bin Hadîc hadisenin devamını şöyle anlatır:
"Ayaklarımda mestlerim vardı. Parmaklarımın ucuna basarak uzun görünmeye çalıştım. Resûlullah da benim orduya katılmama izin verdi. Semüre bin Cündeb, bana müsaade edildiğini duyunca, üvey babası Mürey bin Sinan'a:
«–Babacığım! Resûlullah Rafî'ye müsaade etti. Beni ise geri çevirdi. Halbuki ben güreşte onu yenebilirim.» dedi. Mürey:
«–Ya Resûlallah! Benim oğlumu geri çevirip Rafî'ye izin verdiniz. Oysa oğlum güreşte Rafî'yi yener.» dedi. Allah Resûlü, Semüre ile bana:
«–Haydi güreşin bakalım!» dedi. Güreştik, netîcede Semüre beni yendi. Bunun üzerine Resûlullah ona da izin verdi." (Taberî, Tarîh, II, 505-506; Vakıdî, I, 216)
UHUD SAVAŞI STRATEJİSİ
Hazret-i Peygamber, ordusunun arkasını Uhud Dağı'na verdi. Ayneyn Tepesi'ne de düşmanın bu aradaki vadiden saldırma ihtimaline karşı elli okçu yerleştirdi. Başlarına Abdullah bin Cübeyr'i tayin ederek onlara şu tembihte bulundu:
"−Siz bizim arkamızı muhafaza edeceksiniz. Düşman galip gelsin veya mağlûb olsun, benden haber gelmedikçe yerlerinizden ayrılmayınız!" (İbn-i Hişam, III, 10; Ahmed, I, 288)
Harp, adet olduğu üzere, yine mübareze ile başladı. Allah'ın Arslanı Hazret-i Ali, müşriklerin sancaktarı Talha'yı bir vuruşta yere serdi. Kureyş sancağını alan Talha'nın kardeşi Osman'ı da Hazret-i Hamza; üçüncü sancaktarı ise Sa'd bin Ebî Vakkas öldürdü.
Nihayet harp, bütün şiddetiyle başladı. Çarpışma iyice kızıştığı bir sırada Allah Resûlü, üzerinde:
"Korkaklıkta ar ve zillet, ileri atılmakta şeref ve izzet vardır!" sözleri yazılı kılıcını göstererek:
"−Bunu benden kim alır?" diye sordu. Sahabîler:
"−Ben, ben!" diyerek onu almak üzere ellerini uzattılar. Efendimiz:
"−Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?" diye sorunca, onu almaktan çekindiler. Ensar'dan Ebû Dücane ayağa kalkıp:
"−Onun hakkı nedir ey Allah'ın Resûlü?" diye sordu. Peygamber Efendimiz:
"−Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar, düşmanla vuruşmandır…" buyurdu. Ebû Dücane:
"−Ben onu hakkını vermek üzere alırım ya Resûlallah!" dedi.
Ebû Dücane kılıcı aldı, kırmızı sarığını çıkarıp başına sardı ve İslam saflarıyla müşriklerin safları arasında, kurula kurula, çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Peygamber Efendimiz onun gururlu ve kibirli bir şekilde yürüdüğünü görünce:
"−Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah ona bu gibi durumların haricinde buğzeder!" buyurdu. (İbn-i Hişam, III, 11-12; Vakıdî, I, 259; Müslim, Fedailü's-Sahabe, 128)
Harp esnasında Yahûdî alimlerinden Muhayrık Müslüman oldu. O, Peygamber Efendimiz'i Tevrat'ta anlatılan sıfatlarıyla çok iyi tanırdı. İlmen bulduğu hakîkati Uhud'a kadar açıklayamamıştı. Âlemlerin Efendisi Uhud Savaşı'na çıktığı zaman yahûdîlere:
"–Ey yahûdî cemaati! Vallahi siz Muhammed'in peygamber olduğunu ve O'na yardım etmeniz gerektiğini pekala biliyorsunuz!" dedi. Yahûdîler:
"–Bugün cumartesi günüdür; hiçbir şeyle uğraşılmaz!" dediler. Muhayrık:
"–Sizin için cumartesi diye bir şey yoktur!" dedi. Kılıcını ve ihtiyaç duyduğu malzemeleri yanına alıp akrabalarından birisine:
"–Eğer bugün öldürülürsem bütün mal varlığım Muhammed'indir. O, Allah'ın gösterdiği şekilde onları kullanır!" diyerek vasiyette bulundu. Uhud'da savaşmaya gitti ve şehîd oldu. Bıraktığı yedi hurma bahçesini Peygamber teslîm alıp vakfetti ve:
"–Muhayrık, Yahûdîlerin en hayırlısıdır!" buyurdu. (İbn-i Hişam, III, 38; Vakıdî, I, 263; İbn-i Sa'd, I, 501-503)
Uhud'da birbirinden ibretli sahneler yaşanıyordu:
Kuzman adlı bir Medîneli, savaşta yedi kişiyi öldürmüş, kendisi de ağır bir yara alarak ölmüştü. Buna rağmen Allah Resûlü:
"–Kuzman cehennemliktir!" buyurdu. Çünkü o, son nefesinde kendisine:
"−Şehîdliğin mübarek olsun ey Kuzman!" diyen Katade bin Nûman'a:
"–Ben kabîlem için savaştım; şehîdlik için değil!" demiş ve kılıcına abanarak intiharla canına kıymıştı. (Vakıdî, I, 263)
Buna karşılık, kabîlesinin İslam'a girmesine önce îtiraz eden sonra da pişman olan Usayram, tepeden tırnağa silahlanmış bir halde Nebî'ye geldi ve:
"–Ya Resûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?" dedi. Resûl-i Ekrem:
"–Önce müslüman ol, sonra savaş!" buyurdu. Bunun üzerine Usayram müslüman oldu, sonra savaştı ve şehîd oldu. Resûlullah:
"–Az çalıştı, fakat çok kazandı!" buyurdu. (Buharî, Cihad, 13; Müslim, İmare, 144)
Yaralıların arasında yatarken, kendisine meraklı nazarlarla bakanlara son nefesinde:
"–Ben Müslüman olmak için geldim. Allah ve Resûlü uğrunda çarpıştım ve yaralandım!" diyordu. Ebû Hüreyre, bu zatı bir bilmece gibi sahabîlere sorar:
"–Bana söyleyin bakalım, hayatında bir kere bile namaz kılmadan cennete giren kişi kimdir?" derdi. İnsanlar cevabını bilemez, kendisinin söylemesini isterlerdi. Ebû Hüreyre de:
"–O, Usayram, yani Amr bin Sabit'tir!" derdi. (İbn-i Hişam, III, 39-40; Vakıdî, I, 262)
Savaş esnasında Abdullah bin Cahş'ın kılıcı kırılmıştı. Varlık Nûru Efendimiz ona bir hurma dalı verdi. Hurma dalı Abdullah'ın elinde bir kılıç oluverdi. Abdullah şehîd oluncaya kadar bu kılıcı kullandı. "Urcun" ismi verilen bu kılıç, Abdullah bin Cahş'ın varislerindeyken, onu Türk beylerinden biri, iki yüz dinara (altına) satın aldı.
Müslümanların görülmemiş bir şevkle düşman üzerine atılmaları, kısa zamanda zaferle netîcelendi; sayı ve techizat bakımından üstün olan düşman kaçmaya başladı. Ancak müslümanlar, bir müddet düşmanı kovaladıktan sonra zaferlerinden tamamen emîn olup ganîmet toplamaya başladılar. Hatta Allah Rasûlü'nün tembihatını hatırlatan kumandanlarının ısrarına rağmen okçular da yerlerini terk ederek ganîmet toplamaya koştular. Tepede yalnız okçuların emîri Abdullah ile yedi arkadaşı kalmıştı.
İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Düşmanın uyanık kumandanlarından Halid bin Velîd, süvarî birliği ile beklediği fırsatı ele geçirmişti. Emrindeki süvarîlerle derhal, okçuların bulunduğu tepenin arkasından dolaşarak Abdullah'ı ve diğer okçuları kısa zamanda şehîd ettiler. Ganîmet toplayan müslümanların arka taraflarından şiddetli bir saldırı başlattılar. Bozguna uğrayıp kaçmakta olan düşman askerleri de bu durumu görünce derhal geri dönerek, müslümanların üzerine yeniden hücûma geçtiler. İslam ordusu iki ateş arasında kaldı. Aralarında karışıklık çıktı.
ŞEHİTLERİN EFENDİSİ HZ. HAMZA
Bu sırada saflar arasında bir o tarafa bir bu tarafa koşup duran İslam'ın yiğit cengaveri Hazret-i Hamza, Vahşî'nin attığı bir mızrakla şehîd oldu. Henüz bir köle olan Vahşî, bunu, Hind'in kendisine va'dettiği hürriyete kavuşmak için yapmıştı. Dehşetli bir hırsla uzun zamandır bu fırsatı bekleyen Hind, Hamza'ın karaciğerini çıkartıp ısıracak kadar vahşette ileri gitti. Bundan dolayı ona "Âkiletü'l-Ekbad" yani "Ciğer Yiyen" lakabı takıldı.
Hazret-i Hamza'nın şehadeti, müslüman saflarında dalga dalga bir matem havası estirdi. Zaten karışan saflar, iyice bozuldu. Allah Teala bu hali şöyle beyan buyurur:
"Siz Allah'ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan va'dini yerine getirmiştir. Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamber'in verdiği) emir husûsunda tartışmaya kalktınız ve asî oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti isteyeniniz de vardı. Sonra Allah, denemek için sizi onlardan (onları mağlûb etmekten) alıkoydu. Ve and olsun sizi bağışladı. Zaten Allah, mü'minlere karşı çok lutufkardır." (Âl-i İmran, 152)
Cenab-ı Hak bu ayet-i kerîmede, okçulardan yerlerini terk edenleri; "Kiminiz dünyayı arzu ediyordu." diye îkaz ederken, orayı terk etmeyip şehîd düşenleri de; "Kiminiz de ahireti arzu ediyordu." buyurarak medh ü sena etmiştir.
Müşrikler, o gün birçok mü'mini şehîd ettiler. Hatta bir grup müşrik, doğrudan doğruya Allah Resûlü'nü hedef alarak saldırıya geçti. Efendimiz'e yapılan hücûmlar iyice sıklaştı. Talha bin Ubeydullah der ki:
"Resûlullah'ın ashabı dağılınca, müşrikler saldırıya geçtiler ve Allah Resûlü'nü her taraftan kuşattılar. Kendisini, gelen saldırılara karşı, önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı müdafaa edeceğimi bilmiyordum. Kılıcımı sıyırıp bir kere önünden, bir kere de arkasından gelenleri uzaklaştırdım, nihayet dağıldılar." (Vakıdî, I, 254)
Müşriklerin keskin nişancısı Malik bin Züheyr, Resûlullah'a bir ok atmıştı. Talha bin Ubeydullah, okun Resûlullah'e isabet edeceğini anlayınca elini oka karşı tuttu. Ok parmağına çarparak elini çolak bıraktı.
Muhacir ve Ensar'dan bir kısım sahabîler Allah Resûlü'nün etrafını sardılar; O'nun önünde şehîd olmak üzere bey'at ettiler ve:
"–Yüzüm yüzünün önünde siper, vücûdum Sen'in vücûduna fedadır! Allah'ın selamı her daim Sen'in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız." diyerek sonuna kadar savaştılar. (İbn-i Sa'd, II, 46; Vakıdî, I, 240)
Ebû Talha, yayını çok sert çeken bir okçu idi. Uhud günü elinde iki, üç yay kırılmıştı. Allah Resûlü yanından ok torbası ile geçen herkese:
"–Ok torbanı Ebû Talha'nın yanına boşalt!" buyurmakta idi. Peygamber Efendimiz, onun arkasından müşriklere bakmak için yükselip başını kaldırdıkça Ebû Talha:
"–Ya Resûlallah! Anam-babam Sana feda olsun! Başını kaldırma! Belki müşrik oklarından biri isabet eder. Benim göğsüm Sen'in göğsüne siper olsun. Sana dokunacak, bana dokunsun!" derdi. (Buharî, Meğazî, 18)
Katade bin Nûman da Allah Resûlü'nü korumak için önüne durarak yayının başı yamuluncaya kadar müşriklere ok attı. Nihayetinde kendisi de bir okla gözünden vuruldu. Göz bebeği yanaklarının üzerine aktı. Katade'yi böyle görünce Allah Resûlü'nün gözleri yaşardı. Efendimiz Katade'nin göz bebeğini eliyle aldı ve yerine koydu. Bundan sonra o göz diğerine göre daha güzel oldu ve daha keskin görmeye başladı.
Hanım sahabîlerden Ümmü Umare da Uhud Savaşı'na katılarak oku ve yayı ile düşmanla çarpışanlardan biridir. Savaştan sonra Medîne'ye dönen Allah Resûlü:
"−Harp esnasında sağıma soluma döndükçe hep Ümmü Umare'nin yanıbaşımda çarpıştığını görüyordum." demiştir. (İbn-i Hacer, el-İsabe, IV, 479)
Bu vesîleyle Efendimiz'in muhtelif iltifat ve dualarına mazhar olan Ümmü Umare Hatun, Allah Resûlü'ne:
"–Allah'a dua et de cennette Sana komşu olalım." dedi.
Peygamber Efendimiz:
"–Allah'ım! Bunları bana cennette komşu ve arkadaş et!" diyerek dua etti. Bunun üzerine Ümmü Umare:
"–Artık bundan sonra dünyada ne musîbet gelirse gelsin, aldırmam!" dedi. (Vakıdî, I, 273; İbn-i Sa'd, VIII, 415)
PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN YARALANDIĞI SAVAŞ
Savaşın kızıştığı anda Allah Resûlü'ne karşı yapılan hücûmların birisinde Sa'd bin Ebî Vakkas'ın müşrik kardeşi Utbe, Peygamber Efendimiz'e bir taş fırlattı. Atılan taşla, yerleri ve gökleri titreten bir hadise olarak, Resûlullah'ın zırhından iki halka, mübarek yüzlerine battı ve yanağını yararak bir dişini kırdı.[9] Resûl-i Ekrem Efendimiz, fasık Ebû Âmir'in Müslümanlar için kazdığı çukurlardan birine düştü. Hazret-i Ali, Allah Resûlü'nün elinden tuttu, Talha bin Ubeydullah da ayağa kaldırıp çukurdan çıkardı. Ebû Ubeyde bin Cerrah, Efendimiz'in yüzüne batan miğfer halkalarından birisini dişiyle çekip çıkardı. Bunu yaparken kendisinin ön dişi de kırıldı. Öteki halkayı çıkarırken bir dişi daha kırıldı. O an bütün sahabe-i güzîn ve hatta melekler, derin bir mateme büründüler. Bu durum ashabın son derecede ağırına gitti ve Efendimiz'e:
"–Kureyş müşriklerine beddua etseniz?!" dediler. Resûl-i Ekrem ise:
"–Ben lanetleyici olarak gönderilmedim. Bilakis doğru yola davet edici ve rahmet olarak gönderildim. Allah'ım! Kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar." diyerek dua etti. (Buharî, Meğazî, 24; Müslim, Cihad, 105; Heysemî, VI, 117; Vakıdî, I, 244-247; Kadı Iyaz, I, 95)
Yaralandığı vakit Varlık Nûru Efendimiz:
"–Allah, Rasûlü'nün yüzünü yaralayan kavme çok gazaplandı!" buyurdu. Sa'd bin Ebî Vakkas şöyle demiştir:
"–Vallahi Resûlullah'ın bu sözünü duyunca, (O'nu yaralayan) kardeşim Utbe bin Ebî Vakkas'ı öldürmek için duyduğum hırs kadar, hiç kimseyi öldürmeye hırs duymadım!"
Nitekim Sa'd bunun için müşrik saflarını yararak pek çok defa teşebbüste bulunmuş, ancak Allah Resûlü, Sa'd'ın, kardeşini öldürmesine manî olmuştur.
Sa'd bin Ebî Vakkas, Fahr-i Kainat'ın yanında müşriklere durmadan ok yağdırıyor, Varlık Nûru Efendimiz de:
"−At ya Sa'd! Babam ve anam sana feda olsun!" buyuruyordu. Buna şahid olan Hazret-i Ali:
"Ben, Nebî'nin Sa'd haricinde hiç kimse için; «Babam ve anam sana feda olsun!» dediğini duymadım." demiştir. (Tirmizî, Edeb 61, Menakıb 26; Ahmed, I, 92)
Peygamber Efendimiz, büyük bir karışıklığın yaşandığı bu hengamede dahî sonsuz bir îman metaneti ile Hakk'a tevekkül ediyor, bir taraftan kanayan vech-i mübareklerini elleriyle silerken, diğer taraftan da Cenab-ı Hakk'a iltica halinde:
"Ya Rabbî! Kavmim cahildir, ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sen onlara hidayet ver!" diye duaya devam ediyordu. Sehl bin Sa'd anlatıyor:
"Resûlullah Uhud Savaşı sırasında yaralanınca Fatıma mübarek yüzlerinden kanı yıkamaya başladı. Hazret-i Ali de Fatıma'ya su döküyordu. Hazret-i Fatıma suyun kanı gittikçe artırdığını görünce, bir parça hasır aldı; onu yakıp iyice kül haline getirdikten sonra yaraya bastı. Böylece kan durdu." (Buharî, Cihad, 80; Meğazî, 24; Müslim, Cihad, 101)
İşte Uhud Harbi, böyle hüzünlü sahnelerin yaşandığı bir hal almıştı. Harbin seyri başlangıçta mü'minlerin lehine iken, emre itaatsizlik sebebiyle birden müşriklerin lehine dönmüştü. Allah Resûlü'nün etrafında sadece on dört kişi kalmıştı. Âlemlerin Efendisi paniğe kapılan birtakım mü'minlere:
"–Ey Allah'ın kulları! Bana geliniz, ben Allah'ın Resûlü'yüm!" diye seslenmeye başladı. (Vakıdî, I, 237)
Bu hal, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle ifade buyrulur:
"O zaman Peygamber arkanızdan sizi çağırdığı halde siz, durmadan (savaş alanından) uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakamıyordunuz. (Allah) size keder üstüne keder verdi ki, gerek elinizden gidene gerekse de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Âl-i İmran, 153)
Müslümanların bir kısmı da Hazret-i Peygamber'in şehîd edildiğini duymuş, yıldırım çarpmışçasına sarsılmışlardı. Öyle ki; "Allah Resûlü öldükten sonra biz burada ne diye duralım!" deyip savaş alanını terkediyorlardı. Bunlar aslında Medîne'yi korumak için geri dönmüşler, fakat Müslüman kadınlar tarafından tekrar geri çevrilmişlerdi.
Bir kısmı ise; "Allah'ın Resûlü ölse bile, Allah bakîdir!" diyerek harbe devam ediyordu. Bunlardan Enes bin Nadr (meşhur Enes bin Malik'in amcası), ye's içinde ne yapacağını bilemeyen birtakım mü'minlerden Âlemlerin Efendisi'nin şehîd olduğu haberini duyduğunda büyük bir teslîmiyet ve metanetle:
"–Resûlullah şehîd olduktan sonra artık yaşayıp da ne yapacaksınız? Haydi siz de O'nun gibi savaşarak şehîd olun!" diye haykırdı ve müşriklerin üzerine hücûm etti. Bir müddet sonra da seksenden fazla yara almış olarak şehadet şerbetini yudumladı. (Ahmed, III, 253; İbn-i Hişam, III, 31)
Hazret-i Enes şöyle anlatmaktadır:
"Amcam Enes bin Nadr, Bedir Savaşı'na katılamamıştı. Bu ona çok ağır geldi:
«–Ey Allah'ın Resûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teala müşriklerle yapılacak bir savaşa katılmayı nasîb ederse, neler yapacağımı elbette görecektir.» dedi.
Uhud Gazvesi'ne katıldı. Müslüman safları dağılınca, arkadaşlarını kastederek: «Rabbim! Bunların yaptıklarından dolayı Sana özür beyan ederim!», müşrikleri kastederek de: «Bunların yaptıklarından da berîyim ya Rabbi!» deyip ilerledi. Sa'd bin Muaz'la karşılaştı ve:
«–Ey Sa'd! İstediğim cennettir. Kabe'nin Rabbi'ne yemin ederim ki, Uhud'un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum.» dedi.
Sa'd daha sonra hadiseyi Peygamber Efendimiz'e naklederken:
«−Ben onun yaptığını yapamadım ya Resûlallah!» demiştir.
Amcamı şehîd edilmiş olarak bulduk. Vücûdunda seksenden fazla kılıç, mızrak ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sadece kızkardeşi parmak uçlarından tanıdı. Şu ayet, amcam ve onun emsali hakkında nazil oldu:
«Mü'minler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allah'a verdikleri sözlerine sadakat gösterdiler. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpıştı, şehîd düştü), kimi de (sırasını) beklemektedir. Bunlar asla sözlerini değiştirmemişlerdir.» (el-Ahzab, 23)" (Buharî, Cihad, 12; Müslim, İmare, 148)
Savaş, mü'minlerin aleyhine dönünce harp meydanından kaçanlar, -hikmet-i ilahî- umûmiyetle şehir dışına çıkarak harp etmek isteyenlerdi. Allah Teala, onlara hitaben şöyle buyurdu:
"And olsun ki siz, ölümle yüz yüze gelmezden önce onu temennî ederdiniz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz!" (Âl-i İmran, 143)
Ölüme hazır olduklarını söyleyip de sonra Varlık Nûru'nun öldüğü hezeyanına bakarak gerisin geriye kaçanlara gelen ilahî îkaz gayet şiddetli oldu:
"Muhammed ancak bir Rasûl'dür. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür, ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dîninize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükafatlandırır." (Âl-i İmran, 144)
O dehşetli gün, bütün her şeye rağmen Allah Resûlü, bir kutup yıldızı gibi yerinden hiç ayrılmayarak nebevî bir dirayetle mukavemet gösterdi. Celadet, cesaret, şecaat ve îtidali ile ashabına cengaverlikte de ulvî bir nümûne oldu. Zîra Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"(Düşmana karşı) gevşeklik göstermeyiniz! (Mağlûb olduk, diye) mahzûn da olmayınız! (Allah'ın vaadine) inanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz (sonunda galip olacaksınız)! Eğer sizin (Uhud'da) yaralanarak canınız yandıysa (Kureyş) kavminin de (Bedir'de) öyle canı yanmıştı. Biz bu günleri insanlar arasında nöbetleşe dolaştırırız. (Bazı kere siz galip olursunuz, bazı kere de düşmanlarınız galip gelir!)…" (Âl-i İmran, 139-140)
Cenab-ı Hakk'ın, Peygamberi'ne ve mü'minlere olan merhamet ve lutfu ile Uhud günü, bütün karışıklıklara rağmen, müşrikler hedeflerine varamadılar. Bu arada ashab-ı kiram hazaratı, Resûlullah'ı görerek yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Müşriklerin hücûmu göğüslendi. Mü'minler, büyük bir sebatla Allah Resûlü'nü korudular. Mekkeli müşrikler, yeniden zayiat vermeye başladı. Bunun üzerine kayıpların artmaması için biraz geri çekildiler. Bu fırsatı değerlendiren Allah Rasûlü de Uhud Dağı'na çekildi. Bu defa da Ebû Süfyan, dağın tepesinden mü'minlerin üzerine sarkmak istediyse de başarılı olamadı.
Bu korkulu anda Allah Teala mü'minlere bir uyku hali lutfetti, bulundukları yerde tatlı ve huzur verici bir uykuya daldılar. Hatta bazıları ellerindeki kılıçlarını defalarca yere düşürdüler. Bu uyku sadece mü'minleri sarmıştı. Müslümanların arasındaki münafıkların ve şüphecilerin ise gözlerine uyku girmiyordu. Onlar o esnada endişe içinde düşünüyor, müşriklerin gelip kendilerini öldürmelerinden korkuyorlardı.
Bir ara, Ebû Süfyan ile Hazret-i Ömer arasında kısa bir tartışma yaşandı.[12] Bunun ardından geri dönmek için hareket eden Ebû Süfyan, arzu ettiği tatmîn edici netîceyi elde edememiş olmanın hırsıyla son olarak:
"–Gelecek yıl Bedir'de buluşalım!" dedi.
Hazret-i Ömer durup Peygamber Efendimiz'in buna ne söyleyeceğini bekledi. Varlık Nûru Efendimiz:
"–Olur! Orası inşaallah buluşma yerimiz olsun, de!" buyurdu. (İbn-i Hişam, III, 45; İbn-i Sa'd, II, 59)
Gerçekte ise müşriklerin içine bir korku düşmüş, onun için dönüyorlardı. Nitekim Rasûlullah'a verilen mûcizelerden biri de, düşmanın gönlüne uzak mesafelerden bile korku salmasıydı. Cenab-ı Hak buyurur:
"Allah'ın, hakkında hiçbir delîl indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaları sebebiyle, kafirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Onların gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!" (Âl-i İmran, 151)
PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN UHUD SAVAŞI'NDA OKUDUĞU DUA
İşte müşrikler, kalplerine düşen bu korkunun da tesiriyle, müslümanlara karşı sağladıkları geçici galebeye rağmen tamamen müdafaasız olan Medîne'yi istîlaya teşebbüs edemediler. Üstelik yanlarında bir tek müslüman esir bile olmadığı halde geri dönüyorlardı. Şüphesiz ki bu, Allah'ın, Peygamberi'ne ve mü'minlere olan bir lutfu idi. Uhud'da müşrikler dönüp giderken, Allah Rasûlü:
"–Saf olunuz, Rabbime dua ve senada bulunayım!" buyurdu. Ashab-ı kiram Allah Rasûlü'nün arkasında saf oldular. Peygamber Efendimiz şöyle dua etti:
"Allah'ım! Bütün hamd ü senalar Sana aittir! Allah'ım! Sen'in yayıp bollaştırdığını daraltacak yok, Sen'in daralttığını de açıp yayacak yok! Sen'in saptırdığını doğrultacak yok, Sen'in hidayet verdiğini de saptıracak yok! Sen'in vermediğini verecek yok, Sen'in verdiğini de engelleyecek yok! Sen'in uzaklaştırdığını yaklaştıracak yok, Sen'in yaklaştırdığını da uzaklaştıracak yok!
Allah'ım! Rahmet ve bereketini, fazl u keremini üzerimize saç! Allah'ım! Sen'den asla değişmeyecek ve hiçbir zaman zail olmayacak ebedî nîmetler isterim. Allah'ım! Sen'den yoksulluk gününde nîmet, korkulu günde emniyet dilerim! Allah'ım! Hem verdiklerinin hem de vermediklerinin şerrinden Sana sığınırım!
Allah'ım! Îmanı bize sevdir, gönüllerimizi onunla zînetlendir! Bizi küfür, azgınlık ve isyandan nefret ettir! Bizleri dîn ve dünya için faydalı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle!
Allah'ım! Bizi müslüman olarak öldür, müslüman olarak yaşat! Şeref ve haysiyetimizi yitirmeden, fitnelere maruz kalmadan, salihler zümresine ilhak eyle!
Allah'ım! Sen'in peygamberlerini yalanlayan, insanları Sen'in yolundan alıkoyan kafirler gürûhunu kahreyle! Onların üzerine musîbetini ve azabını indir. Allah'ım! Kendilerine kitap verilen kafirleri de kahreyle! Ey hak ve gerçek olan İlah! Âmîn!" (Ahmed, III, 424; Hakim, I, 686-687/1868; III, 26/4308)
MAZERET KAPILARINI KAPATAN SAHABİ: SAD BİN REBİ
Peygamber Efendimiz, Sa'd bin Rebî'yi bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashabından birini harp meydanına gönderdi. Sahabî, Sa'd'ı ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihayet son bir ümitle:
"−Ey Sa'd! Beni Rasûlullah gönderdi. Allah Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehîdler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti!" diye yaralı ve şehîdlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.
O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecali kalmamış olan Sa'd, kendisini Allah Rasûlü'nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü toplayarak cılız bir inilti halinde:
"−Ben, artık ölüler arasındayım!" diyebildi. Belli ki artık öteleri seyrediyordu. Sahabî, Sa'd'ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı halindeki kısık bir sesle şu müthiş sözleri işitti:
"−Vallahi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Hazret-i Peygamber'i düşmanlardan korumaz da başına bir musîbet gelmesine sebep olursanız, sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mazeret yoktur!" (Muvatta, Cihad, 41; Hakim, III, 221/4906; İbn-i Hişam, III, 47)
Sa'd bin Rebî, ümmete adeta bir vasiyet mahiyetindeki bu sözleriyle fanî hayata veda etti.
UHUD ŞEHİTLERİ
Müşrikler Uhud'u tamamen terk ettikten sonra Allah Rasûlü, harp sahasına inerek şehîdleri defnettiler. Tam yetmiş şehîd verilmişti. Bunların arasında Hazret-i Hamza gibi cengaverler ve Mus'ab bin Umeyr gibi yiğitler de vardı.
Müslümanların sancaktarlığını yapan Mus'ab bin Umeyr, Rasûlullah'ı müdafaa ederken şehîd olmuştu. Bunun üzerine bir melek Mus'ab'ın sûretine girerek sancağı almış, Peygamber Efendimiz de henüz onun şehadetinden haberdar olmadığı için sancaktara hitaben:
"–İleri git ya Mus'ab!" buyurmuştu. Bunun üzerine melek, dönüp Allah Rasûlü'ne bakmış, böylece onun bir melek olduğunu fark eden Efendimiz, Mus'ab'ın şehîd olduğunu anlamıştı. Daha sonra Mus'ab'ın mübarek naşı bulunmuş, ancak onu saracak bir kefen bulunamamıştı. (İbn-i Sa'd, III, 121-122)
Mübarek şehîdin üzerindeki elbiseyle baş tarafı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Ashab, ne yapacaklarını sormak üzere Allah Rasûlü'ne müracaat etti. Rasûlullah, şehîdin baş kısmının elbise ile kapatılmasını, ayaklarının da güzel kokulu otlarla örtülmesini emir buyurdu.
Halbuki Mus'ab, Mekke'nin en asil ve varlıklı ailelerinden birinin çocuğu idi. Bütün Mekke gençleri ona yaşantısına özeniyorlardı. Hatta genç kızlar onun geçtiği yollar üzerine gül serperlerdi. O ise müşrik ailesinin bütün zorlamalarına rağmen, onların dünyevî imkan ve nîmetlerini hatta mîrasını bir tarafa iterek Allah Rasûlü'nün yanında olmayı tercih etti. Rasûlullah'a o kadar büyük bir muhabbetle hayran oldu ve bağlandı ki, şehîd olurken bu fedakarlığı karşısında bir melek onun sûretine girdi. Bu sûretle, Mus'ab'ın katlandığı fedakarlıklara ne güzel bir ilahî lutufla mukabele edilmiş oldu.
Bu hazîn manzara gönüllerde o kadar derin izler bırakmıştı ki, yıllar sonra müslümanların güçlenip izzet kazandığı bir dönemde, ağniya-i şakirînden olan Abdurrahman bin Avf'ın önüne, oruçlu olduğu bir gün oğlu tarafından birkaç çeşit yemek konulmuştu. O ise bundan müteessir olmuş ve:
"–Mus'ab, Uhud Savaşı'nda şehîd edildi. O, benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Sonra dünyalık olarak bize her şey lutfedildi. Doğrusu hayırlarımızın karşılığının dünyada verilmiş olmasından korkuyorum." demişti. Daha sonra Abdurrahman ağlamaya başladı ve yemeği bırakıp sofradan kalktı. (Buharî, Cenaiz, 27)
Uhud şehîdleri içinde Hazret-i Peygamber'in ve bütün mü'minlerin gönlünü en çok hüzne gark eden ise, İslam ordusunun eşsiz kahramanı, Allah'ın Arslanı Hazret-i Hamza oldu.
Hazret-i Safiyye, kardeşi Hamza'yı görmek üzere şehîdlerin bulunduğu tarafa yöneldi. Oğlu Zübeyr kendisini karşılayarak:
"–Rasûlullah geri dönmeni emrediyor." dedi. O da:
"–Niçin? Kardeşimi görmeyeyim mi? Ben onun kesilip doğrandığını zaten haber aldım. O, Allah için bu musîbete uğradı. Zaten bizi de bundan başkası tesellî edemezdi. İnşaallah sabredip ecrini Allah'tan bekleyeceğim." dedi.
Zübeyr, gidip annesinin söylediklerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz'e bildirdi. Âlemlere Rahmet Efendimiz:
"–Öyleyse bırak görsün!" buyurdu. Safiyye de kardeşi Hazret-i Hamza'nın mübarek naşının yanına gelerek dua etti. (İbn-i Hişam, III, 48; İbn-i Hacer, el-İsabe, IV, 349)
Uhud'da yaşanan kabına varılmaz bir din kardeşliği manzarasını Zübeyr bin Avvam şöyle anlatır:
"Annem Safiyye yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp:
«–Bunları kardeşim Hamza'ya kefen yapasınız diye getirdim.» dedi. Onları alıp Hamza'nın yanına gittik. Yanında Ensar'dan bir kefensiz şehîd daha vardı. İki hırkayı da Hamza'ya sarıp Ensarî'yi kefensiz bırakmaktan utandık:
«–Hırkanın birisi Hamza'ya, öbürü de Ensarî'ye kefen olsun!» dedik. Hırkalardan biri büyük diğeri küçük olduğu için aralarında kur'a çektik." (Ahmed, I, 165)
Bu duygulu manzaranın da ifade ettiği gibi, mü'min gönüllerde artık akrabalık asabiyeti, yerini îman kardeşliğine terk ediyordu. Kıyamete kadar gelecek bütün mü'minlere, din kardeşliğini yaşamanın heyecanı sergileniyordu.
Şehîdlerin namazlarının kılınması için Hazret-i Hamza başta olmak üzere on şehîd getiriliyor, namazdan sonra dokuzu defnediliyordu. Hazret-i Hamza'nın yanına dokuz şehîd daha getiriliyor, tekrar cenaze namazı kılınıyordu. Böylece Rasûlullah, amcası, ciğerparesi ve şehîdlerin efendisi olan bu mübarek şehîdin cenaze namazını defalarca kılmıştır.[13]
Cabir'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber Uhud Gazvesi'nde şehîd düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde bir araya getirtmiş:
"–Bunların hangisi daha çok Kur'an bilirdi (Kur'an'ı yaşardı)?" diye sormuş ve şehîdlerden hangisi gösterilirse, onu kıble tarafına koymuştur. (Buharî, Cenaiz, 73, 75)
Hazret-i Ayşe, Uhud'da olup bitenler hakkında bir haber alabilmek için kadınlar arasında yola çıkmıştı. Harre mevkiinde, saliha kadın Hind bint-i Amr'a rastladı. Hind, kocası Amr bin Cemuh, oğlu Hallad ve kardeşi Abdullah'ın cesetlerini bir deveye yüklemiş getiriyordu. Hazret-i Ayşe ona:
"–Geride ne haber var?" diye