Trend

Peygamber Efendimizin yüzü nasıldı?

Peygamber Efendimizin yüzü nasıldı? Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Yüzü Nasıldı? Peygamber Efendimizin şemali nasıldı? Hilye-i şerîf nedir? Hilye-i şerîf nereden geliyor? İşte sahabelerin tasviri ile Peygamber Efendimiz...

Peygamber Efendimizin yüzü nasıldı? Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Yüzü Nasıldı? Peygamber Efendimizin şemali nasıldı? Hilye-i şerîf nedir? Hilye-i şerîf nereden geliyor? İşte sahabelerin tasviri ile Peygamber Efendimiz...

Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Yüzü Nasıldı?

Peygamberimizin terbiyesi altında yetişen üvey oğlu Hind b. Ebû Hale, Resûl-i Ekrem'in şemailini şöyle tasvir eder:

"Allah'ın elçisi iri yapılı ve heybetliydi. Yüzü ayın on dördü gibi parlaktı. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, saçları hafif dalgalıydı. Saçı bazan kulak memesini geçerdi. Rengi nûranî beyaz, alnı açık, kaşları hilal gibi ince ve sıktı. Burnu ince, hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürür, meyilli bir yerden iniyormuş görünümü verirdi. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. Konuşmadığı zaman daha çok yere doğru bakar ve düşünceli görünürdü. Arkadaşlarıyla yürürken onları öne geçirir, kendisi arkadan yürürdü. Yolda karşılaştığı kimselere önce o selam verirdi." (İbn Sa'd, I, 422; Taberanî, XXII, 155-156; Beyhakī, II, 154-155; Heysemî, VIII, 273-274; ayrıca bk. HİLYE; ŞEMÂİL)


HİLYE-İ ŞERİF NEDİR? HİLYE-İ ŞERİFİN FAZİLETLERİ NELERDİR?

Hilye, lügatte süs, ziynet, yüz ve rûh güzelliği demektir. Istılahta ise, Hazret-i Peygamber'in, beşer kelamının imkanları nisbetinde kelimelerle çizilmiş resmidir.

Nahîfî şöyle der:

"Muhakkak ki bir kimse, hilye-i şerîf yazsa ve ona çok nazar eylese, Allah Teala o kimseyi hastalık ve sıkıntılardan ve anî ölümden hıfzeyler. Şayet bir yere sefer ettiğinde beraberinde götürürse, o seferinde daima Hakkın muhafazasında olur."

Birçok İslam müellifi, hilye-i şerîfenin sayısız fazîletleri hakkında düşüncelerini ortaya koymuşlardır. Hatta Hazret-i Peygamber'i rüyada görmek için de hilye-i şerîfeyi teberrüken ezberleme an'anesi, birçok İslam ülkesinde hala mevcuttur.

HZ. PEYGAMBER'İ ANLATMADA KELİMELERİN KİFÂYETSİZLİĞİ

Bununla beraber düşünmek lazımdır ki, Habîb-i Ekrem Efendimiz'in "nûrun ala nûr", yani nûr üstüne nûr diye tavsîf edilen mübarek sîmasını sözle tasvîr ederken kelimelerin kifayetsizliği kadar, beşerin O'nun hakîkatini müşahede ve idrakteki mutlak aczi de hesaba katılmalıdır. Zîra Cenab-ı Hakk'ın insanoğluna lutfettiği bütün güzellikleri şahsında toplayan o eşsiz varlığı, kamil manada tarif edebilmek mümkün değildir. Nitekim Hakanî'nin dediği gibi:

Gelmemiştir bilir eşya anı,
Yaradılmışta O'nun akranı…

"Bütün varlıklar O'nun hak Peygamber olduğunu bilir. Çünkü yaratılmışlar arasında O'nun benzeri hiçbir zaman vücûda gelmemiştir."

Güzeller Güzeli Efendimiz'in kelimelerle resmini çizmeye çalışan bu tasvirler, saadet devrine eremeyen ve hasretle yanan gönülleri bir nebze olsun teskîn ve tesellî etmektedir. Efendimiz'i anlatan değerli rivayetleri nakleden kimseler, bize adeta deryadan bir katre sunmaktadırlar. Bu katredeki ummanı görmeye çalışan mü'minler, Hazret-i Peygamber'e olan muhabbetlerini artırarak O'nun üsve-i hasenesinden istifade etmeye, şemail ve ahlakı ile mütehallî olmaya gayret göstermişlerdir.

Hakîkaten insanın gönlü, fıtratı îcabı daima güzelliğe doğru meyleder, onunla beraber olmak ister. Bu cazibe sebebiyle zihni daima onunla meşgul olur. Gönlünde rûh ve ahlak bakımından mahbûbuna benzeme arzusu doğar. Netîcede sevdiği şahsı örnek alarak onun haliyle hallenmeye başlar. Bu fıtrî temayül sebebiyle şemail-i şerîfin, Peygamber Efendimiz'e olan iştiyak, muhabbet ve ittibayı artırmaya vesîle olacağı muhakkaktır.

HİND BİN EBİ HALE'NİN HZ. PEYGAMBER'İ TARİFİ

Nitekim Hazret-i Hasan, üvey dayısı Hind bin Ebî Hale'ye Resûlullah'ın hilyesini sorarken, içinde bulunduğu halet-i rûhiyeyi şu sözleriyle dile getirmiştir:

"Dayım Hind bin Ebî Hale, Allah Resûlü'nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O'na bağlı kalması ve O'nun izinden gidebilmem için, dayımın Allah Resûlü'nden bir şeyler anlatması benim çok hoşuma giderdi." (Tirmizî, Şemail, s. 10)

Gül yüzlü Efendimiz'in şemailini dinlemeye doyamayan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, O'nun mübarek cemalini babaları Hazret-i Ali'den da birçok defa dinlemişler ve bizlere nakletmişlerdir.

Acaba yazılan şemail-i şerîfeler, Hazret-i Peygamber'in hakîkatinin kaçta kaçını ifade edebilir?!. Muhakkak ki şemail-i şerîfeyi, herkes gönlündeki muhabbet nisbetinde ve kelimelerin mahdut muhtevası içinde idrak edebilir.

HİLYE-İ ŞERİF (PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN ŞEMÂİLİ)

Biz de bu sahadaki aczimizi îtiraf ile birlikte, bizlere kadar ulaşan rivayetlerden gönlümüze akseden şebnemler misali, hilye-i şerîfeyi teberrüken nakletmeyi arzu ettik. Muhtelif rivayetlerde hulasaten şöyle buyrulmaktadır:

Resûl-i Ekrem, uzuna yakın orta boylu idi.

Yaratılışı fevkalade dengeli olup mütenasip bir vücûda sahipti.

Göğsü geniş, iki omuzlarının arası açıktı. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardı.

Kemikleri ve eklemleri irice idi.

Teni gül gibi pembemsi beyaz, nûranî ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübarek vücûdu daima temiz idi ve rayihası ferahlık verirdi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri, en güzel kokulardan daha hoş bir letafette idi. Bir kimse O'nunla musafaha etse, bütün gün O'nun latîf kokusu ile mütelezziz olurdu. Sanki güller, kokusunu O'ndan almıştı. Mübarek elleriyle bir çocuğun başını okşasalar, o çocuk, güzel kokusuyla diğer çocuklardan ayırt edilirdi.

Terlediği zaman teni, gül yaprakları üzerindeki şebnemleri andırırdı.

Sakalı gür idi. Uzattığı zaman, bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefat ettiklerinde, saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.

Kaşları hilal gibi olup iki kaşı arası birbirinden uzakça ve açık idi.

İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki, Hak için öfkelendiği zaman kabarırdı.

İnci gibi dişleri sakaliserifolup daima misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederlerdi.

Kirpikleri uzun ve siyah idi. Gözleri büyükçe, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Sanki gözlerinde kudret eliyle ezelde çekilmiş bir sürme vardı.

Müstesna rûhî yapısının kemali gibi, vücut yapısının cemali de eşsizdi.

Sîması, geceleyin ayın on dördü gibi parlardı. Hazret-i Ayşe buyurur ki:

"Resûlullah'ın yüzü o kadar nûr saçardı ki, gece karanlığında, ipliği iğneye O'nun yüzünün aydınlığında geçirirdim."

İki kürek kemiği arasında nübüvvetine ait ilahî bir nişan vardı. Birçok sahabî, onu öpebilmenin aşkıyla yanardı. Vefatı esnasında bu mührün gayb alemine gitmesi, irtihalinin tasdîki oldu.

Mübarek ve nûranî vücûdu vefatından sonra hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Nitekim Hazret-i Ebûbekir, mahzûn, mağmûm, gözü ve gönlü yaşlı bir şekilde "Varlık Nûru"na nazar ederek:

"Hayatın gibi vefatın da ne güzel ya Resûlallah!.." demiş ve mübarek alınlarına dudaklarını değdirmiştir.

Allah Resûlü'nün rik­kat-i kal­biy­e­si­nin de­rin­li­ği­ni îzah et­mek müm­kün de­ğil­di.

Fu­zû­lî söz söy­le­me­yip her ke­la­mı hik­met ve na­sî­hat idi. Lü­ga­tin­de as­la dedi­ko­du ve ma­la­ya­ni yok­tu. Her­ke­sin akıl ve id­ra­ki­ne gö­re söz söy­ler­di.

Mü­la­yim ve mü­te­va­zî idi. Gül­me­sin­de kah­ka­ha gi­bi aşı­rı­lık ol­maz­dı. Daima mü­te­bes­sim­di.

O'nu an­sı­zın gö­ren kim­se­yi haş­yet sa­rar­dı. O'nun­la ül­fet ve soh­bet eden kim­se, O'na can u gö­nül­den aşık ve mu­hib olur­du.peygamberimizinmesi

De­re­ce­le­ri­ne gö­re fa­zî­let er­ba­bı­na ih­ti­ram ey­ler­di. Ak­ra­ba­sı­na da zi­ya­de ik­ram eder­di. Ehl-i beytine ve ashabına hüsn-i muamele ettiği gibi, diğer insanlara da rıfk ve lutuf ile muamele eder­ ve:

"Hiçbi­ri­niz ken­di nef­si için is­te­di­ği­ni, mü'min kar­de­şi için de is­te­me­dik­çe ka­mil mü'­min ola­maz." bu­yu­rur­du. (Bu­ha­rî, Îman, 7; Müs­lim, Îman, 71-72)

Hiz­met­kar­la­rı­nı pek hoş tu­tar­dı. Ken­di­si ne yer ve ne gi­yer­se, on­la­ra da onu ye­di­rir ve giy­di­rir­di. Cö­mert, ik­ram sa­hi­bi, şef­kat­li ve mer­ha­met­li, gerektiğinde ce­sur ve îcabında ha­lîm idi.

Ahit ve vaadin­de sa­bit, sö­zün­de sa­dık idi. Ah­lak gü­zel­li­ği, akıl ve ze­ka yö­nüy­le de cüm­le in­san­lar­dan üs­tün ve her tür­lü medh ü se­na­ya la­yık idi. Sû­re­ti gü­zel, sî­re­ti mü­kem­mel, mis­li ya­ra­tıl­ma­mış bir vü­cûd-i mü­ba­rek idi.

Re­sû­lul­lah'ın hüz­nü da­imî, te­fek­kü­rü sü­rek­liy­di. Za­rû­ret ol­mak­sı­zın ko­nuş­maz­dı. Sü­kû­net ha­li uzun sü­rer­di. Bir sö­ze baş­la­yın­ca ya­rım bı­rak­maz, onu ta­mam­la­ya­rak bi­ti­rir­di. Az söz­le çok ma­na­lar ifa­de eder­di. Söz­le­ri ta­ne ta­ne idi. Ne lü­zû­mun­dan faz­la ne de az idi. Ya­ra­tı­lış ola­rak yu­mu­şak huy­lu ol­ma­sı­na rağ­men ga­yet sa­la­bet­li ve hey­bet­li idi.

Öf­ke­len­di­ği za­man ye­rin­den kalk­maz­dı. Hakka îti­raz edil­me­si­nin, hak­kın çiğ­nen­me­si­nin ha­ri­cin­de öf­ke­len­mez­di. Kim­se­nin far­kı­na var­ma­dı­ğı bir hak çiğ­nen­di­ği za­man öf­ke­le­nir, hak ye­ri­ni bu­lun­ca­ya ka­dar öf­ke­si de­vam eder­di. An­cak hak­kı tev­zî et­tik­ten son­ra sü­kû­ne­te bü­rü­nür­dü. As­la ken­di­si için öf­ke­len­mez­di. Şahsına mahsus durumlarda ken­di­si­ni de mü­da­faa et­mez, kim­sey­le mü­na­ka­şa­ya gi­riş­mez­di.

O, kim­se­nin ha­ne­si­ne izin al­ma­dan gir­mez­di. Evi­ne gel­di­ği za­man da ev­de ka­la­ca­ğı müd­de­ti üçe bö­ler­di; bi­ri­ni Al­lah'a iba­de­te, di­ğerini ai­le­si­ne, üçün­cü­sü­nü de şah­sı­na ayı­rır­dı. Ken­di­si­ne ayır­dı­ğı za­ma­nı­nı, avam-ha­vas in­san­la­rın hep­si­ne tah­sîs eder, on­lar­dan kim­se­yi mah­rum bı­rak­maz­dı. Hep­si­nin gön­lü­nü fet­he­der­di.hirka

Re­sû­lul­lah'ın her hal ve ha­re­ke­ti, zikrullah ile idi.

Bel­li bir ye­rin­de otur­ma­nın adet edi­nil­me­si­ni ön­le­mek için mes­cid­le­rin her ye­rin­de otur­du­ğu olur­du. Yer­le­re ve ma­kam­la­ra kudsiyyet iza­fe edil­me­si­ni ve mec­lis­ler­de te­keb­bü­re me­dar ola­cak bir ta­vır ta­kı­nıl­ma­sı­nı is­te­mez­­di. Bir mec­li­se gi­rin­ce, ne­re­si boş kal­mış­sa ora­ya otu­rur, her­ke­sin de böy­le yap­ma­sı­nı ar­zu eder­di.

Kim O'ndan her­han­gi bir ih­ti­ya­cı­nı gi­der­mek için bir şey is­tese, o is­ter ehem­mi­yet­li, is­ter ehem­mi­yet­siz ol­sun, onu ye­ri­ne ge­tir­me­den hu­zur bu­la­maz, ih­ti­ya­cı hal­let­me­si müm­kün ol­ma­dı­ğı tak­dir­de, hiç ol­maz­sa gü­zel bir söz ile mu­ha­ta­bı­nın gön­lü­nü al­mak­tan ge­ri kal­maz­dı. O, her­ke­sin dert or­ta­ğı idi. İn­san­lar, han­gi ma­kam ve mev­kî­de olur­sa ol­sun, zen­gin-fa­kir, alim-ca­hil, O'nun ya­nın­da in­san ol­mak hay­si­ye­tiy­le mü­sa­vî bir mu­ame­le­ye na­il olur­lar­dı. Bü­tün mec­lis­le­ri ilim, hi­lim, ha­ya, ihlas, sa­bır, vakar, te­vek­kül ve ema­net gi­bi fa­zî­let­le­rin ca­rî ve ha­kim ol­du­ğu bir ma­hal­di.

Ayıp ve ku­sur­la­rı sebebiyle kim­se­yi kı­na­maz, îkaz etmek zarûreti hasıl olunca bu­nu, kar­şı­sın­da­ki­ni rencide et­me­ye­cek şe­kil­de zarif bir îma ile ya­par­dı.

"Müs­lü­man kar­de­şi­nin uğ­ra­dı­ğı fe­la­ke­ti se­vinç­le kar­şı­la­ma! Al­lah Te­ala onu rah­me­tiy­le fe­la­ket­ten kur­ta­rır da se­ni imtihan eder." buyururdu. (Tir­mi­zî, Kı­ya­met, 54)

Hiç kim­se­nin za­hi­re çık­ma­mış ayıp ve ku­su­ruy­la meş­gul ol­ma­dı­ğı gi­bi, bu tür halle­rin araş­tı­rıl­ma­sı­nı da şid­det­le meneder­ler­di. Zî­ra baş­ka­la­rı hak­kın­da zan ve te­ces­süs, ila­hî emir­ler­le menolun­muş­tu.

Se­va­bı­nı um­du­ğu mesele­ler ha­ri­cin­de ko­nuş­maz­dı. Soh­bet mec­lis­le­ri vecd için­de idi. O ko­nu­şur­ken et­ra­fın­da­ki­ler öy­le bü­yü­le­nir ve can ku­la­ğıy­la din­ler­di ki, Hazret-i Ömer'in ifa­de­si vec­hi­le, baş­la­rı­na bir kuş kon­muş ol­sa, uç­ma­dan sa­at­ler­ce du­ra­bi­lir­di. O'ndan as­ha­bı­na ak­se­den edeb ve ha­ya o de­re­ce­de idi ki, ken­di­si­ne su­al sor­ma­yı bi­le -ço­ğu ke­re- cür'et te­lak­kî eder ve çöl­den bir be­de­vî ge­le­rek Hazret-i Pey­gam­ber'le soh­be­te ve­sî­le ol­sa da, O'nun feyz ve rû­ha­ni­ye­tin­den is­ti­fa­de et­sek di­ye bek­ler­ler­di.[3]

Hatta heybetinden çekindikleri için iki sene soru soramadan bekleyenler vardı. Mehabetinden mübarek yüzüne bakamazlardı.

PEYGAMBERİMİZİN TASVİR

Amr bin Âs (a.s.) şöyle demiştir:

"Resûlullah ile uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O'nun huzûrunda duyduğum haya hissi ve O'na karşı beslediğim tazîm duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübarek ve nûrlu çehrelerini seyredemedim. Eğer bugün bana, «Bize Resûlullah'ı tavsîf et, O'nu anlat.» deseler, inanın anlatamam." (Müslim, Îman, 192; Ahmed, IV, 199)

O'nun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen kimse, "Ben, bundan önce de sonra da O'nun bir benzerini asla görmedim!" demekten kendini alamazdı.

Bir gün Halid bin Velid (r.a.) Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:

"–Ya Halid! Bize Allah'ın Resûlü'nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et." demişti. Halid (r.a.) ise:

"–Bu imkansız, buna kelimeler yetişmez." deyince, kabîle reisi:

"–O halde hiç olmazsa tasavvur ve idrakin nisbetinde hulasa et." dedi. Bunun üzerine Halid (r.a.) şu muhteşem cevabı verdi:

"–Sana şu kadarını söyleyeyim ki, gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, Kainatın Halıkı olduğuna göre, gönderdiğinin şanını var sen hayal ve tasavvur eyle!.." (Münavî, V, 92; Kastalanî, Mevahib-i Ledünniyye Tercümesi, s. 417)

O'ndaki güzellik, heybet, nûraniyet ve letafet o derecede idi ki, Allah'ın Peygamberi olduğuna dair, ayrıca bir mûcize, delil ve burhana ihtiyaç yoktu.

Hasılı, O'nun ahlakı Kur'an idi. Bunu Muallim Naci ne güzel ifade etmiştir:

Hüsn-i Kur'an'ı görür insan olur hayran Sana
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur'an Sana

Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretleri de, Allah Resûlü'nün ahlak-ı hamîdesinin bütün varlıkları şevke getirdiğini şöyle ifade eder:

"O ne güzel bir cömerttir ki, O'nun cömertlik fışkıran varlığı sayesinde denizden inci, sert taştan yakut ve dikenden gül çıkar. Eğer bahçede O'nun güzel ahlakından bahsedilirse, sevinçten ağzını açıp gülmeyen, yani açılmayan bir gonca göremezsin." (Dîvan, s. 65-66)

Bütün güzellikler, Resûlullah'ta toplanmıştı. Vücûdundan adeta nûr saçılırdı. Ancak yine de Allah Resûlü'nü bütün güzelliği ile kimse görebilmiş değildir. Nitekim İmam Kurtubî şöyle der:

"Resûlullah'ın hüsn-i cemali tamamen zahir olmamıştır. Eğer varlığının bütün güzellikleri olanca hakîkati ile görünseydi ashabı ona bakmaya takat getiremezdi." (Ali Yardım, Peygamberimiz'in Şemaili, s. 49)

Resûlullah'ın şairi Hassan bin Sabit (r.a.), O'nun hilkatteki eşsizliğini şu şekilde mısralara dökmektedir:

(Ya Resûlallah! Benim gözüm, Sen'den daha güzelini görmemiştir. Hiçbir kadın Sen'den daha güzelini doğurmamıştır. Sen, bütün ayıp ve noksanlardan berî olarak yaratıldın. Sanki Yaratan, Sen'i arzu ettiğin gibi yaratmış…)