Pislik İsrail

Bugün insanlığın iğrendiği bir pisliğe dönüştü İsrail terör örgütü. Devlet olmayı başaramayan bu katil robotlar ve toprak hırsızları, dünyada en çok nefret edilendir. Sivil halka soykırım uygulayan, çocukları açlıkla katleden İsrail’den mi sadece nefret ediliyor? Hayır, destekçisi ABD de bugün dünyada en çok nefret duyulan bir ülkedir. Herkesin ağzının tadını kaçıran bu bataklık, tamamen kurutulmadıkça insanlar hiçbir zaman barışı, rahatı ve huzuru bulamayacaktır.

Bebek ve çocuk kıyıcısı İsrail, iki gün önce 6 gazeteciyi daha şehit etti. Böylece toplamda 244 basın mensubu kötülük odağı İsrail’in hedefi oldu. Niçin? Çünkü meslektaşlarımız şeytan Siyonistlerin saldırılarını belirliyor ve dünyaya duyuruyorlardı. Gazetecilik, namuslu olma sanatıdır. Yeryüzünde yapılan kötülükleri saklayan, kamuya duyurmayan basın mensupları onursuzdur. Bugün İsrail’in alçaklığına, hunharlığına göz yuman, ses çıkarmayan da ahlaksızdır.

Kutlu Gazze’miz, dünyanın gözü önünde vahşice yok ediliyor. Şeytanlaşmış Siyonistler her gün cinayet işliyor. Suç ortağı ABD, bu saldırıları destekliyor. İnsanlık, bu iki ülkeye haklı olarak husumet besliyor. Dünya, bu iki ülkeden büyük olduğunu gösterebilecek mi? Bekliyoruz, göreceğiz. Medeniyet ve Müslüman düşmanı İsrail, bir İslam şehrini içindekilerle birlikte imha ediyor; herkes seyrediyor. Kahrolasıca Batı sessiz! İslam dünyası ölmeye yatmış. Başlarındakiler kör, sağır, ruhsuz. Elbette bu ihanetin hesabını verecekler. 2 milyarlık İslam âleminde çırpınan ülke, mazlumların ebedî yurdu olan Türkiye!

Hepimiz vebal altındayız, mesulüz. Sadece devlet adamları ve ülkeleri yönetenlerle siyasetçiler değil aydınlar, yazarlar, çizerler, gazeteciler, ressamlar, akademisyenler, din adamları, sporcular, mimarlar, iş dünyasının temsilcileri, şairler, mütefekkirler, kültür sanat adamları, sinemacılar ve tiyatrocular da sorumluluk taşıyor. “Ben Müslümanım”, “Ben insanım” diyen herkes, lanetlenmiş/soysuz İsrail’e ve işlediği kötülüklere karşı durmak zorunda. Bunu yapmayanlar, en azından “boykot”la sağlam duruşunu sergilemeyen, “Müslümanlıklarını” ve “insanlıklarını” derhâl gözden geçirmeli.

Yaşadığımız şehirlerin kıymetini bilmeliyiz. Gazze’de ve Filistin topraklarında yaşayan küçük/büyük kahramanlar, gündemimizden hiç çıkmayacak. Herkes, bilhassa kalem erbabı, yaşadığı şehri, kazayı, kasabayı ve köyü yazmalıdır. Bu konuda örnek olan hocalarımızdan Bilal Kemikli, Şu Bizim Ankara’yı yazdı. Son yıllarda okuduğum en güzel şehir kitaplarından biridir eser. Üst başlığı: “Tâş u toprak âresinde”. Hatıralardan oluşan kitap Hece Yayınları’ndan okura ulaştı.

Bilal Hoca, eserini “Ankara’da ruh yoldaşı” kabul ettiği merhum Cahit Zarifoğlu’na ve “Ankara’yı kendisine sevdiren” D. Mehmet Doğan’ın aziz hatıralarına ithaf ediyor. Yazarımız Sivas doğumlu. Elbette herkes gibi doğduğu şehri sever ve ona dair eserler de verir. Ancak hepimiz, sadece doğup büyüdüğümüz yerlerin değil biraz da yetiştiğimiz muhiti şekillendiren şehirlerin çocuğu değil miyiz?

Yazarımız Ankara’ya, “bir taşralı” olarak gelir. Yerleştiği yurtlar, birlikte kaldığı okul arkadaşları, gezip dolaştığı kitapevleri, çay bahçeleri, camiler bize çok aşina geliyor. Zira hepimiz aynı hâlleri yaşadık, benzer hüzünleri, neşeleri yaşadık. Taşradan büyük şehirlere okumaya gelen talebelerin çoğu şiir yazmasa da şair ruhludur, gariptir, hüzünkârdır, dost canlısıdır, kitap meraklısıdır, muhabbet ehlidir.

İyi şehir kitaplarının sağlam yazarları, okuyucusunu âdeta elinden tutar ona mihmandarlık eder. Müellifle beraber hoş bir seyahate çıkmışsınız artık. Gezip gördükleri mekânları, görüşüp konuştukları dostlarını, yaşama sevinçlerini, yalnızlıklarını, içe kapanışlarını, kederlerini ve efkârını görür hissedersiniz. Sivil toplum kuruluşları yol yordam gösterir genç talebeleri kucaklarken. Orada ağabeyler, hocalar var; rahle-i tedrislerinden geçersiniz. Çarpıcı fikirleri etkiler, kanaatleri belki de kanatlandırır, apayrı ufuklara taşır.

Kitapta adı geçen çok kıymetli isimler var. Görüşülen abide şahsiyetleri seviyoruz: Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Fethi Gemuhluoğlu, Esad Coşan, Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Ersin Nazif Gürdoğan, Musa Çağıl, Yaşar Kaplan… Eserleri okunan üstatlar: Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Erol Güngör. Bu isimleri anıp geçiyoruz ama her biri ayrı bir kâinat. Her biri on binlerce genci inkârdan, tereddütten, vesveseden, hatalardan kurtaran ve selamet sahiline ulaştıran kutlu rehberler. Üniversite sırasında da iyi kılavuz hocalar…

“Rabbimin bana en büyük nimetlerinden birisi güzel insanlarla karşılaşmamdır.” diyen Hoca, kitabın sonunda Başkent’e vedasını, “Göç Zamanı”nı paylaşıyor: “Ankara’ya komşumuzdan emanet aldığım bir vaiz ve bir de annemin telis çuvala koyduğu yorganla gelmiştim. Kimsesiz bir gariptim. Bu şehir beni korudu, besledi, çok değerli insanlarla buluşturdu, okulumu bitirmemi ve doktora derecesine erişmemi sağladı. Bana kendi bağrında doğup büyüyen bir kızını eş olarak verdi, iş, ev bark ve çoluk çocuk sahibi etti…”

Biz İstanbul’da yaşayanlar, haksızlık edip Ankara’ya biraz müstağni kalıyoruz. Hadi daha açık söyleyelim: Bir medeniyet şehri olarak ihtişamı, zarafeti ve kudreti temsil eden Dersaadet’e nazaran Başkent bize biraz “taşra” geliyor. Ama inanın kitabı okuduktan sonra bir an önce bir vesile bulup Ankara’ya gidesim geldi. Okursanız aynı hissi duyacağınızdan eminim. Daha da önemlisi, size de doğup büyüdüğünüz yerleri yazma iştiyakı veriyor. Eserin okuyucuya bu kazandırdıkları da az buz değil hani. Aziz hocam, sağ olun var olun. Lütfen yaşadığınız diğer şehirleri de yazıverin. Hasretle bekliyoruz.