Trend

Ruh nasıl yaratıldı?

Ruh nasıl yaratıldı? Allah ruhu nasıl yarattı? Bedenler önce yaratılan ruhların evrelerini bu yazımızda bulabilirsiniz. İşte ruhların nasıl yaratıldığının cevabı...

Ruh nasıl yaratıldı? Allah ruhu nasıl yarattı? Bedenler önce yaratılan ruhların evrelerini bu yazımızda bulabilirsiniz. İşte ruhların nasıl yaratıldığının cevabı...

ALLAH RUHU NASIL YARATTI?

Ruhların yaratılması, önce aleme, daha sonra da bedenlere gönderilmesi ve ardından yeniden dirilme esnasında tekrar bedenlere gönderilme devreleri…

1. Yokluk (adem) devresi:

Ezelde sadece Cenab-ı Hak vardı ve O'nun dışında hiçbir varlık yoktu. O dönemde rûhlar da tam bir yokluk içerisinde bulunuyordu. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

"İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?" (el-İnsan, 1)

2. Rûhlar aleminin varoluş devresi (Elest Bezmi):

Allah Teala pek çok hikmete mebnî olarak cesetleri yaratmadan önce rûhları var etti. Hadîs-i şerîfte bu hakîkate şöyle temas edilir:

"Rûhlar cesedlerinden ikibin yıl önce yaratılmıştır!" (Deylemî, Müsned, II, 187-188)

3. Bedenlere gönderilme devresi:

Bedenlerden hayli zaman önce yaratılan ve kendilerinden Allah'ın rubûbiyetini tasdîk husûsunda ahd ü mîsak alınan rûhlar, ezelde çizilen kader planına uygun olarak birer birer bedenlere gönderilmeye başlandı. Âyet-i kerîmede, ilk insan Hazret-i Âdem'e rûhun üflenmesinden şöyle bahsedilir:

"…Ona rûhumdan üfürdüğümde…" (el-Hicr, 29)

4. Bedenden ayrılma devresi:

Bu fanî hayatta kendisine biçilen ömrü tamamlayan rûhlar, geçici süre beraber bulundukları bedenlerden geldikleri gibi birer birer ayrılacaktır. Hiç kimsenin kurtulamadığı bu kaçınılmaz akıbete ölüm denmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

"Her nefs ölümü tadacaktır!.." (Âl-i İmran, 185)

5. Tekrar bedenlere döndürülme devresi:

İslam akaidine göre ölüm, bir yok oluş değil tıpkı anne rahmindeki bebeğin oradan irtibatını keserek dünyaya doğması gibi, rûhun bu fanî alemden kurtulup ebedî bir hayatın sabahına doğmasıdır. İnsanoğlu burada dünyadaki yaşadığı hayattan hesaba çekilecek, bunun neticesine göre sonsuz bir saadete ulaşacak veya -Allah muhafaza buyursun- nihayetsiz bir azaba dûçar kılınacaktır. Mevzuyla alakalı yüzlerce ayetten ikisi şöyledir:

"De ki: Onları ilk defa yaratmış olan (Allah, yine aynı şekilde onları) dirilte­cektir. Çünkü O, yaratmanın her türlüsünü gayet iyi bilendir." (Yasîn, 79)

Cenab-ı Hak, Tekvîr Sûresi'nde şiddetli ve ibretli kıyamet alametlerinin fari­kalarından bahsederken yedinci ayette, rûhların yeniden beden kalıbına alınmasını şöyle bildirmektedir:

"Nefsler birleştirildiği (rûhlar bedenlerle bir araya getirildiği) zaman."

İnsana Rabbinden bir sır olarak üflenen rûhun mahiyetini tam olarak bilmek mümkün değildir. Zîra o öteler alemine ait olup beşer idrakinin kavrayamayacağı bir mahiyet arzetmektedir. Nitekim rûhun bu keyfiyeti hakkında ayet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

"Sana rûhtan soruyorlar. De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir." (el-İsra, 85)

Rûhun Allah Teala ile alakası husûsunda müfessirlerimiz birkaç farklı îzahta bulunmuşlardır:

– Rûh, ancak Rabbimizin bileceği iştendir.

– Rûh, "emr"in esası olan bir cevherdir.

– Rûh, Rabbimizin emri cinsinden bir fiildir.

Emaret Ne Demek?

Âyette geçen "emr" kelimesi, yine kendi kökünden olan "emaret" kelimesi ile de alakalı olarak; emretme, buyurma, emirlik, yöneticilik gibi îzah edilebilir. Bu du­rumda rûh; emrin hali ve sıfatı demek olur. Bu da Allah'ın sıfatlarının kulda tecellî etmesidir. Yani kulda tecellî eden sıfatlardan biri de emaret (yönetme) dir. Nitekim insanın "Allah'ın halîfesi" olması, buradaki "idare etme tecellîsi"ne bağlıdır.

Emaret, insana mahsustur. Arslan, bedenen insandan daha kuvvetli olmasına rağmen, insanın tekamülü karşısında zayıf kalır. Mesela arslan, bin yıl yaşasa yine de kendisine bir ev, bir araç yapamaz.

Ayrıca meleklerde de kamil manada tecellî yoktur. Bu tarz bir tecellî, yalnız insan için ge­çerlidir. İnsan, "ahsen-i takvîm: en güzel kıvam" ile "bel hüm edall: hayvanlardan daha aşağı bir dereke" arasındadır. Mesela, insanın gönül iklîminde tecellî eden "Rahman" ve "Rahîm" sıfatları ile beraber, nefsinde de "Mudill" ve "Kibriya" sıfat­ları tecellî etmektedir. Yani insan, camiu'l-ezdaddır. Bütün müsbet ve menfî sıfatları kendisinde cem etmiştir. Camiu'l-ezdad olmak, mahlûkat arasında kamil manada yalnız insana mahsustur.

Yukarıdaki ayet-i kerîmenin sonunda insana bilhassa rûhun mahiyeti hakkında çok az bir bilgi verildiği, te'kitli bir şekilde ifade buyrulmaktadır. Bu bakımdan insan haddini aşarak rûhun esrarını çözmeye uğraşmamalı ve ilmine mağrur olmamalı, buna mukabil daha çok mes'ûliyetinin ne olduğu üzerinde tefekkür ederek kulluğa ehemmiyet vermelidir.

Cenab-ı Hak, Âdem -aleyhisselam-'ı yarattıktan sonra, onu meleklerin gıpta edeceği ve takdirle emrine ram olacağı bir kıvama eriştirmek için kendisine eşyanın isimlerini talim buyurmuştur. Âyet-i kerîmede bu hadise şöyle anlatılmaktadır:

"Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bu isimleri(n delalet ettiği şeyleri) meleklere gösterip: «Eğer sözünüzde sadık iseniz (her şeyin içyüzünü bildiğinizi sanıyorsanız) şunları isimleriyle birlikte bana bildirin!» buyurdu." (el-Bakara, 31)

Melekler Allah'ı tesbîh ve tenzîh ettiler. Bunun üze­rine Allah Teala:

"Ey Âdem! Onların (eşyanın) isimlerini meleklere haber ver, dedi. Âdem, (eşyanın) isimlerini onlara anlatınca (Cenab-ı Hak): «Ben size, 'göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlemekte olduğunuz şeyleri de bilirim' de­memiş miydim?» buyurdu." (el-Bakara, 33)

Hazret-i Âdem -aleyhisselam-'a öğretilen isimlerden maksat, bir görüşe göre yeryüzündeki bütün eşyanın isimleri, mahiyetleri ve husûsiyetleri idi. Burada bizim bilemediğimiz ilahî san'at, eşyanın hakîkati, yaratılış sırrı, levh-i mahfûz, kader ve ondaki hikmet­ler ile bütün sema ve arzdaki ilahî esrar, yani ilahî esmanın mazharlarıdır.[18] Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın bilinebil­mesi, ancak kalbî bir hayat ile mümkündür. Eşyanın hakîkat ve esrarı, kalbî duyuş­lar nisbetinde ortaya çıkar. Bu da ancak esma-i ilahiyyeye vukûfiyete bağlıdır. Ce­nab-ı Hak:

"En gü­zel isim­ler Al­lah'ın­dır…" (el-A'raf, 180) buyurarak ken­di­si­ni ila­hî isim­le­ri va­sı­ta­sıy­la kul­la­rı­nın id­ra­ki­ne tak­dîm et­miş­tir.

Zî­ra kul, ulû­hi­yet ile ir­tiba­tı­nı isim­le sağ­lar. Bu ger­çek, Al­lah'ı ten­zih için, O'nun adı­nın vaz­ge­çil­mez bir un­sur ol­du­ğu­nu or­ta­ya ko­yar. Bu ba­kım­dan ku­lun, O'na kar­şı yap­tı­ğı iyi ve­ya kö­tü fi­il­ler, ulû­hi­ye­ti­nin ha­kî­ka­ti­ne de­ğil, is­mi­ne yö­ne­lir. Böy­le­ce ha­kî­ka­ti da­ima mü­nez­zeh ka­lır.

Ger­çek­ten de insan, eğer Ce­nab-ı Hakk'a mahsus isimler ol­ma­sa, O'na kar­şı mü­na­sebet­le­ri­ni dü­zen­le­mek­te zor­luk çe­ker. Çün­kü in­san, var­lı­kları isimde gö­rüp isim­le ifade et­me­ye alışkındır. İn­san için isim, var­lı­ğın tes­ci­li­dir. Bu­nun için­dir ki, Ce­nab-ı Hak, Âdem -aley­his­se­lam-'ı ya­rat­tı­ğı za­man ona bü­tün isim­le­ri öğ­ret­miş ve Haz­ret-i Âdem'in me­lek­le­re olan üs­tün­lü­ğü­nü bu­nun­la ifade bu­yur­muş­tur. Zîra bir var­lı­ğın adı­nı bil­mek, bir an­lam­da onun za­tî var­lı­ğı­nı da ta­nı­mak de­mek­tir. Ni­te­kim biz­ler, Ce­nab-ı Hakk'ı, O'nun yü­ce isim­le­riy­le bil­me­sek, O'nun hak­kın­da ne bi­le­bi­li­riz ki?

Ya­ni in­san, Rab­bi­nin hu­sû­si­yet­le­ri­ni be­lir­ten isim­le­re da­ima muh­taç­tır. Her kul, ya­şa­dı­ğı çe­şit­li du­rum­la­r karşısında, Rab­bi­ni, ha­li­ne uy­gun bir is­miy­le ça­ğır­mak is­ter. Bu isim­ler ol­ma­say­dı, O'nun­la olan ir­ti­ba­tı çok nok­san ka­lır­dı, bel­ki de müm­kün ol­maz­dı. De­ni­le­bi­lir ki bu isim­ler, zat ve ulû­hi­yet kar­şı­sın­da ku­lun dil­siz­li­ği­ni bir de­re­ce­ye ka­dar gi­de­ren ifade­ler, ya­ni be­şer rû­hu­nun çık­maz­la­rı­nı açan anah­tar­lar­dır. Zî­ra Al­lah'ın isim­le­ri­ni sa­de­ce zik­ret­mek bi­le îma­nı bes­le­mek­te, ila­hî hu­zû­ru hisset­tir­mek­te, O'na olan aşk ve mu­hab­be­ti ar­tır­mak­ta, O'na kar­şı hu­şû sahibi kıl­mak­ta, O'nun ka­tın­da olan­la­ra rağ­bet et­tir­mek­te, dün­yadan­ ve onun fa­nî lez­zet ve haz­la­rın­dan vazge­çi­rip ebedî ola­na yön­len­dir­mek­te ve Hakk'a dö­nüş/vus­lat ar­zu­suy­la tu­tuş­tur­mak­ta­dır. Haz­ret-i Pey­gam­ber -sallallahu aley­hi ve sel­lem-'in, çe­şit­li du­rum­lar­da okun­ma­sı­nı tav­si­ye bu­yur­du­ğu dua ve zi­kir­le­rin, Al­lah'ın isim­le­riy­le do­lu ol­ma­sı da bu gibi fay­da­la­rı te'mîn etmektedir.

Çok güç şart­lar için­de bu­lu­nan, ila­hî mer­ha­me­te çok muh­taç olan bir mü'min, Rab­bin­den yar­dım is­ter­ken bu ha­li­ni ifade edip özet­le­ye­cek bir ta­bir arar: «Rah­man ve Ra­hîm» isim­le­ri­ne sa­rı­lır. Günah­la­rı­nın ağır­lı­ğı al­tın­da ezi­ldiğinde gö­nül ba­ğı­nın kop­tu­ğunu his­se­der­ken Hakk'a yak­la­şa­cak bir vesîle arar: «Gaf­far ve Set­tar» isim­le­ri­ne sı­ğı­nır. Ka­inat­ta ve­ya ken­di rû­hun­da te­cel­lî eden ila­hî kud­ret ve aza­me­ti te­ma­şa eder­ken, ki­tap­lar­da ifa­de edi­le­me­ye­cek duy­gu ve ma­ri­fe­ti­ni di­le ge­ti­re­cek bir be­yan arar: «Al­la­hu Ek­ber» di­ye­rek, dal­ga­la­nan rû­hunu sü­kû­nete erdirir. Ha­sı­lı kul, ken­di­si­nin çeşitli hal­le­rin­de, Ce­nab-ı Hakk'ın muh­te­lif sı­fat­la­rı­nın ara­cı­lı­ğı ile rû­hu­nun ki­lit­len­miş ka­pı­la­rı­nı açar ve his­set­ti­ği ni­ce ih­ti­laç ve ih­ti­yaç­la­rı gi­de­rir.

Bu­nun için­dir ki Ce­nab-ı Hak, ken­di­si­ni, ha­kî­ka­te mu­ta­bık ola­rak, fa­kat in­san­la­rın an­la­ya­bi­le­ce­ği tarz­da ta­nıt­mış­tır. Ya­ni O'nun, ken­di­si­ni: Alîm, Ha­kîm, Ka­dîr, Ga­fûr vb. sı­fat­lar vasıta­sıy­la ta­nıt­ma­sın­da ve in­sa­nın da O'nu böy­le ta­nı­ma­sın­da, as­lın­da in­sa­na ait şah­sî bir se­bep var­dır. Zî­ra in­san, bu va­sıf­la­rın bir kıs­mı­nı -son de­re­ce­ sı­nır­lı da ol­sa- ken­di­sin­de bu­lur. Bu da, be­şer id­ra­ki­nin îman ve hi­da­ye­ti için lut­fe­dil­miş bir ila­hî mev­hi­be­dir.

Cenab-ı Hak, Âdem -aleyhisselam-'a isimleri öğrettiğini bildirdiği ayet-i kerîme ile bir manada:

"Ben eşyanın isimlerini, esrarını, ince hikmetleri, güzellikleri ve ilahî san'a­tımı insana bildireceğim…" buyurmaktadır.