Deniz; ulaşabilenler için sadece yazları yüzülen değil, yaz-kış ve baharları her zaman kıyımız ve ufkumuzda kirpiklerimizden süzmeye doyamadığımız bir derinlik. Onda elenmek, olanı biteni; incinmişliği, kızgınlığı, çığlığı ve acıyı, hayatın çılgın orkestrasını ona döküp devirmek, yerine sükunet alıp evimize dönmek; hemen çoğumuz için bir alışkanlık…
Sabahları bir eve denizin dalga selam çakması çok lüks. Fakat nice evler üşenmeyip onun kıyısına boşalır. Denizli şehirler denizsiz şehirlerden büyüktür. Ve denizli şehirler denizsiz şehirleri hep dövmüştür. İnsanlar; kadere rıza bağlamında sahilliler, sahilsizler diye ikiye ayrılır. Her sahil, insanına "Bu da geçer ya hu!" tablosunu tutar. Sahilsizlikte her şey biraz daha kalıcıdır. Su izi diğer her izi silip atarken, diğer her iz susuz kalırsa izli kalır.
Deniz karayı temize çeker. Denizle insan arasında kara var. Arabozuculuğu kara kediyle teşbih edenler halt etmiş. O kara, yani denizle insanı ayıran şey; güvensizlikten başka bir şey değil sanki.
Deniz, kendisine tam güvenildiğinde, kollarına, ona iman eden bir kalıp kalp bırakıldığında bizi "olağan kader"imize doğru nazlandırıp yüzdürüyor. Yüzmeye dair bir kaç kuru kural, ıslanacak ve yaşama dağılacak cep ilmihali gibi bir şey. Aslolan, o bir türlü tam olarak başarılamayan şey; güvenebilmek… Dalganın da, meltemin de bu maviden geldiğini bilip onunla çalkalanmak. Tamamen hiç olarak değil. Dalgalarında durulmak, durulanmak için kendini ona bırakırken, suyun da kendini sana vermesi. Azizlik yapması… Serin, arı, duru bir devinimde sakinleşmek. Bu büyük kaderin, seçimin tabii gereklerine uyumla fakat kişisel güzergahında boğulmadan ilerleyebilmek.
Deniz, güven bana diyor insana. Bana inanmayandan ben sorumlu değilim, onun iradesini yüzdüremem külliyemde, ben o kalpsizin kafiriyim diyor.
Deniz benim en kıymetli hocalarımdandır. Ege'de büyüdüm. Akdeniz'de yaşadım. Marmara' ya gömüldüm. Akdeniz'de her derdin iyi bir dinleyicisi olduğu ve ferahlık verdiği için evliya diyorlar ona.
Doğrusu ya; sahil amel işleyen herkese, eğer kalbi açıksa ya yeni bir şey öğretir, ya geçmişte öğrendiklerimizi dalga desenli düz mavi örtüsüne döküp ayıklamamıza, hazmetmemize yardım eder, ya da hiç akla düşmeyen yepyeni, gıcır gıcır hikmetleri düşümüze koyar. Avuç avuç...
Bu yüzden onun içinde olmayı da, onu içimize almayı da çok severiz. İçine girmeden de girebiliriz. Yere inmiş gök gibidir, muhterem. Yeter ki gözlerini çaksın gözlerimize, dizi dibinde her türlü hayal kurulur.
Ona dahil olduğumuzda eklemlerimizden, tek tek bütün vidalarımızı gevşeterek bizi bize bölüyor. Parçalarımızın her birine var oluşlarını ayrı ayrı hissettiriyor. Sonra aynımızı, ayrılmış, birbirini unutmuş, birbirinden dinlenmiş, suyla ovulup, tuzlanmış ve güneşle parlatılmış olarak yeniden kuruyor. İçindeyken dışımızı ele alıyor. Elden geçiriyor. Üçlüyor. Beşliyor. Titizleniyor. Olmadı bi daha diyor.
Fakat dışındayken ruhumuzu...
Biz ona teklifsiz dalıverdiğimizde onun içimize dolmasını ve her yerimizden bizi aşmasını da sevdik. Yüzmeyi de sevdik. Denizi içimizde yüzdürmeyi de...