Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulan sureler, Kur'an'da yer alıyor. Bunlardan biri olan Sebe Suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Sebe Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.
1. Bütün övgüler, göklerde ve yerde bulunan her şeyin gerçek sahibi olan Allah'a mahsustur. Âhirette de övgülerin tamamı yine O'na aittir. O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır, her şeyden hakkiyle haberdardır.
2. O, yere ne giriyor ve oradan ne çıkıyorsa, gökten ne iniyor ve oraya ne yükseliyorsa hepsini bilir. O, pek merhametlidir, çok bağışlayıcıdır.
Gökleri ve yeri yaratan ve aralarında muhteşem bir nizam var eden Allah'tır. Hepsi O'nun mülkü ve O'nun nimetidir. İnsanların elinde bulunanlar ise gerçek mülk değil, emanettir. Bu sebeple dünyada, göklerde ve yerde bütün hamdler, övgüler, şükürler yalnız Allah'a aittir; O'nun hakkıdır. Bu dünya faslından sonra ebedî ahiret alemini yaratan ve mü'min kulları için sonsuz nimetleri hazırlayıp ikram eden de Allah Teala'dır. Bu sebeple ahirette de övgülerin tamamı O'na aittir. Gerek dünya nimetleri gerek ahiret nimetlerinin, kulun cüzi iradesi ve şahsi kazancıyla ne kadar alakası olursa olsun, esas itibariyle Allah'ın bir ihsanı olduğunda şüphe yoktur. Bundan dolayıdır ki, cennetlikler büyük bir manevî haz ve iştiyak içinde Allah'a hamd ederek şöyle derler:
"Bizi cennete eriştiren Allah'a hamdolsun! Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık." (A'raf 7/43)
"Bize verdiği sözü yerine getiren ve cennette istediğimiz yerde oturmak üzere bizi bu ebediyet yurduna varis kılan Allah'a hamdolsun! Salih ameller işleyenlerin mükafatı ne güzel!" (Zümer 39/74)
"Bizden her türlü üzüntüyü ve endişeyi gideren Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan, her güzel iş ve davranışın karşılığını bol bol verendir. O Rabbimiz ki, lütf u keremiyle bizi bu ebedî kalınacak yurda yerleştirdi. Burada artık bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne de orada bize bir usanç gelecektir." (Fatır 35/34-35)
Bütün dualarının sonu da yine:
"Bütün övgüler alemlerin Rabbi olan Allah'adır" (Yûnus 10/10) şeklinde olacaktır.
Allah اَلْحَك۪يمُ (Hakîm)dir; her türlü hükmü ve işi hikmetli ve sağlamdır. O, hikmetiyle dünyayı ahirete, ahireti dünyaya bağlayarak iki alemin işlerini en muhkem bir şekilde idare eder. O اَلْخَب۪يرُ (Habîr)dir; her şeyin sırrını, mahiyetini, önünü ve sonunu bilir; işlerini bilerek idare eder. O اَلْعَل۪يمُ (Alîm)dir; her şeyi hakkiyle bilir. Özellikle:
Yere, toprağa girenleri: Yağan yağmurları, gömülen ölüleri, ekilen ekinlerı, orada saklanan hazineleri,
Yerden çıkanları: Hayvanları, bitkileri, madenleri, buharları, kokuları, sıcaklığı, soğukluğu,
Gökten inenleri: Yağmuru, karı, şimşeği, yıldırımı, meteoru, kayan yıldızı, aydınlığı, diğer maddi ve manevî güçleri ve melekleri,
Gökyüzüne yükselenleri: Buharları, çeşit çeşit gazları, bir kısım maddeleri, güçleri, melekleri, ruhları, duaları, bunları taşıyıp götürenleri bilir.
O, اَلرَّح۪يمُ (Rahîm)dir; bu güzel ve sayısız nimetleri görüp bunlara şükreden ve bunları kendine ihsan buyuran Rabbine hamd eden kullarına rahmetiyle muamele eder. O "Gafûr"dur; bu hususta kusurları olup kendinden bağışlanma dileyenleri bağışlayıcıdır.
Bütün bunlara rağmen:
3. İnkara saplananlar: "Başımıza öyle kıyamet falan kopacak değil" diyorlar. De ki: "Duyular ötesi alemi çok iyi bilen Rabbime yemin olsun ki, kıyamet mutlaka başınıza patlayacaktır. Ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şey bile O'ndan gizli kalamaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitapta kayıtlıdır.
4. Bu böyledir; çünkü Allah, iman edip salih ameller işleyenleri mükafatlandıracaktır. Onlar için büyük bir bağışlanma ve çok güzel, bol, değerli ve arkası kesilmeyecek bir rızık vardır.
5. Âyetlerimizi iptal edip hükmünü geçersiz kılmak için birbirleriyle yarışırcasına çalışanlara gelince, onlara en kötüsünden pek acı bir azap vardır.
O zaman henüz müşrik olan Ebu Süfyan'ın, Mekkeli kafirlere: "Lat ve Uzza adına yemin ederim ki, kıyamet bize ebediyen gelmeyecek ve biz asla diriltilmeyeceğiz" demesi üzerine bu ayetler nazil oldu. (Kurtubî, el-Cami', XIV, 260) Halbuki bizim göremediğimiz, bilemediğimiz, duyularımızın tamamen ötesinde olan gayb alemini bilen, zerre[1] miktarı bir şeyin bile kendisinden gizli kalamadığı, zerreden daha küçük ve daha büyük her şeyi Levh-i Mahfuz'da yazmış olan Allah, "Kıyamet kopacak!" diyorsa elbette kopacaktır. Bunun aksini iddia etmenin bir manası yoktur. İlahî hikmet ve adaletin yerini bulması, iyilerle kötülerin farkı ortaya çıkıp herkesin layık olduğu neticeye ulaşması için, aklen de, ahiretin varlığı zarûridir.
Kur'an'ın haber verdiği hakîkatler karşısında gerçek ilim sahiplerinin haline gelince:
[1] Üçüncü ayette küçüklüğü ifade etmek üzere ذَرَّة (zerre) kelimesi kullanılmaktadır. Zerre, bütünün özelliklerini taşıyan en küçük parça olarak alındığında, bundan molekül anlaşılır. Ondan daha küçüğü de atom demek olur. Şayet zerreyi bugünkü anlayışa uygun şekilde atom olarak anlarsak, ondan küçük olan şey de atom-altı parçacıklar olur. Her iki şıkta da, Kur'an'ın "zerreden daha küçük" olarak haber verdiği şeyin altında keşfi geleceğe ait ilmî bir gerçeğin varlığı belli olmaktadır. Ayrıca "atom ağırlığı" olsun, "molekül ağırlığı" olsun, bunlar birer birim olarak bilimde yer almıştır. Âyetteki "zerre ağırlığı" deyimi, bu açıdan da dikkat çekmektedir. Açıkçası Kur'an, indirilişinden yüzyıllarca sonra gelecek insanlarla konuşurken onların dilini kullanıyor. Biz de bunu dinliyor ve onun Allah kel3amı olduğunu tasdik ediyoruz. (Kandemir ve diğerleri, II, 1471)
6. Kendilerine ilim verilmiş olanlar, şunu açıkça görmektedirler ki, sana Rabbinden indirilmiş olan bu Kur'an gerçeğin ta kendisidir ve insanları, karşı konulamaz kudret sahibi ve her türlü övgüye layık olan Allah'ın yoluna iletmektedir.
Vahiy ve peygamberlik hakkında geleneksel bir bilgiye sahip olan Ehl-i kitap alimleri Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu bildikleri gibi, her biri Allah'ın bir kanununu keşfetmek için konmuş olup Allah'ın isim ve sıfat tecellilerini tanıtan Fizik, Matematik, Astronomi, Jeoloji, Botanik, Biyoloji… gibi ilim sahalarında iman nazarıyla araştırma yapan alimler de, elde ettikleri neticeleri Kur'an'la mizan ettikleri zaman, onlar da kesinlikle Kur'an'ın ilahî bir kelam olduğunu anlayacaklardır. Nitekim günümüzde bunun pek çok misali yaşanmaktadır:
Birincisi: Kanadalı Prof. Dr. Keith L. Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde insanın rahimdeki safhalarını izah ettikten sonra bu bilgileri ayet-i kerîmelerle karşılaştırarak, ilmin Kur'an-ı Kerîm'le mütabakat halinde olduğu, hatta Kur'an'ın, verdiği misal ve tariflerle tıp ilminin önünde gittiği itirafında bulunur. Keith, Kur'an'daki nutfe, aleka ve mudğa tabirlerinin, yani bu üç safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında tıp alemine büyük bir ışık tutmakta olduğunu ifade eder. Nutfe hali olarak ifade edilen safha, ilmî araştırmaların bütün muhteviyatına şamildir. Aleka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir. Cenînin bütün hayat özellikleri, bu pıhtı halindeki kanda depolanmıştır. Mudğa ise, çiğnenmiş et demektir. Şekline bakıldığında, onun sanki çiğnenmiş bir et parçası halinde olduğu görülür. Âdeta üzerinde diş izleri vardır. Bu araştırmalar netîcesinde Keith, Kur'an-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında büyük bir hayranlık duyar ve Kur'an'ın 1400 sene evvelki bu mûcizesini büyük bir itmi'nan içinde tasdîk eder.
İkincisi: Tayland, Cayn-Mayn Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tajaket Tajason'a bir tıp konferansında Kur'an-ı Kerîm'deki ilmî hakîkatlerden bahsedildiğinde, önce bunları kayda değer bulmamış ve:
"Buna benzer bilgiler, bizim oralardaki Buda dîninin kutsal kitaplarında da var" demişti.
Ancak, bunun ispatının istenmesi üzerine yaptığı araştırmalarda iddia ettiği bilgilerin hiçbirine rastlayamadı. Tekrar Kur'an-ı Kerîm'deki açıklamaları inceledi ve önceki davranışından dolayı pişman oldu. Bu hususta tartıştığı müslüman ilim adamlarından özür dilemek zorunda kaldı.
Daha evvel Tajason, azapla alakalı bir çalışma yapmış ve şu netîcelere ulaşmıştı:
"Deriler ateşte yanıp hissiyat yok olunca, yeniden aynı kabiliyeti kazanacak bir durum gerekmektedir. Yani azap deriler üzerinde tahakkuk ettiği için, deriler yana yana içindeki sinirler tahrîş olur ve devre dışı kalır ki, bu, azabın artık hissedilmemesi demektir. Çünkü beyin, idare ettiği hissetme işini deri vasıtasıyla komuta etmektedir. Diğer bir ifadeyle deri, sinirlerin vazîfesini icra ettiği bir alandır. Dolayısıyla deriler yanarak kömürleştiğinde, sinirlerin vazîfe yapması artık mümkün değildir. Yeni bir deri giydirilmesi zarûridir. Ancak yeni bir deri yaratılıp vücûda giydirildiğinde ise, azabı tadacak sistem tekrar kurulmuş olur."
Bu ilmî netîcelere varan Tajason'a şu ayet gösterildi:
"Âyetlerimizi inkar edenleri pek yakında korkunç bir ateşe sokacağız. Onların derileri kızarıp kavruldukça, yerlerini başka derilerle değiştireceğiz ki, azabı hiç aralıksız tatmaya devam etsinler. Şüphesiz ki Allah, kudreti daima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Nisa 4/56)
Tajason, bu ayet-i kerîmenin şok tesiri altında kaldı. Kur'an'ın bir beşer kelamı olamayacağına dair îtirafta bulundu. Memleketine döndüğünde yaptığı ilk konferansında talebelerinden beş kişi iman etti. Nihayet kendisi de Riyad'da yapılan sekizinci tıp kongresinde kelime-i şehadet getirerek sevinçle "Ben de müslüman oldum!" diye haykırdı ve bundan sonraki ömrünü Kur'an'a adadı.
Üçüncüsü: Tokyo ilmî araştırmalar merkezi müdürü olan Prof. Dr. Yuşili Kozayn'a yerin oluşumu hakkında Kur'anî bilgiler sunulduğunda sordu:
"–Bu kitab ne zaman indi?"
"–1400 sene önce."
Son derece şaşırdı ve şöyle dedi:
"–Hiç şüphe yok ki bu kitap, kainata tepeden bakıyor. Baksanıza; ne var ne yok her şeyi bütün ayrıntılarına kadar görmüş ve hem de gücüne erişilemeyecek bir mükemmellikle tasvîr etmiş! O'na gizli kalabilen hiçbir şey yok!"
Prof. Dr. Yuşili, bir konferansında yerin ve gökteki diğer cisimlerin oluşumları hakkında bugün ilmin gayet net tesbîtler yaptığını söylemekte ve bunların sabit gaz kütlesi halinde iken patlama sonucu oluştuklarını anlatmaktaydı. İşte kendisini hayrete düşüren Kur'anî bilgi, kendisine bu sırada verilmişti. Kur'an, bu oluşum halindeki varlığa الدخان (duhan) (bk. Fussılet 41/11) diyordu ve bu tabir profesöre idrakini eritecek kadar tesir etti. Çünkü o ana kadar ilim, gaz kütlesinin patlaması netîcesinde belirmeye başlayan şekli "sis" kelimesiyle ifade etmekteydi. Oysa sis, bünyesinde bulunan soğukluk ve su gibi özellikleriyle bu hakîkati îzahtan çok uzaktı. Kur'an ise "duhan" demekle, hem gerçek tarifi yapmış, hem de mevcûd reaksiyona ışık tutarak patlamadaki hararete de değinmiş bulunuyordu. Dolayısıyla Kur'an, ilmin tıkandığı bir kapıyı daha 1400 sene öncesinden aralayarak insanlığa, onların yeni fark ettiği, mükemmel bir hakîkat bilgisi kazandırmıştı.
İlim ehli nazarında Kur'an'ın hakikati güneş gibi zuhûr ederken:
7. Küfürde saplanıp kalmış olanlar, birbirlerine alaylı alaylı şöyle diyorlar: "Size, tamamen dağılıp paramparça olduktan sonra, evet bu halde iken, yepyeni bir hayatla tekrar dirileceğinizi söyleyen bir adamı gösterelim mi?"
8. "Bu adam, Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa onda bir delilik mi var?" Hayır! Böyle bir şey yok! Fakat ahirete inanmayanlar azapta ve derin bir aldanış içindeler.
9. Peki onlar, kendilerini önlerinden arkalarından ve bütün çevrelerinden kuşatan göğe ve yere bakmazlar mı? Dilesek onları yerin dibine geçirir veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Elbette bunda, samimiyetle Allah'a yönelen her kul için bir ibret, bir ders vardır.
Böylesine bir küfür ve cehalet karanlığına gömülenler Kur'an'ı inkar eder, çok iyi tanıdıkları halde onu tebliğ eden Rahmet Peygamberi'ni bilmezlikten gelerek alaya alır, ahiretle alakalı verdiği bilgileri reddederler. İnsanlar üzerindeki tesirini kırmak için de onu Allah adına yalan uydurmakla ve delilikle suçlarlar. Bunlara iki şekilde cevap verilmektedir:
› Âhirete iman etmeyenler dünyada da azap içindedirler, ahirette de azap içinde olacaklardır. Dünyadaki azap; ulvî bir gayeden mahrumiyet, geleceğe yönelik ümitsizlik, karamsarlık, ölümden kaçış ve ahiret inancı yerine nefsani ihtiraslarını ikame etmenin doğurduğu ıstıraplardır. Âhiretteki azap ise cehennemdir. Yine onlar, iman nimetinden mahrumiyetleri sebebiyle derin bir sapıklık içindedirler.
› Göklere ve yere ibret nazarıyla bakan insan, kendisinin her yönden ilahî kudret tarafından çepeçevre kuşatıldığını anlar. Öyle bir kudret ki, istese gökyüzünü parçalayıp üzerimize düşürebilir; istese yeri yarıp bizi içine gömebilir. İşte bu kudret sahibi, bizi öldükten sonra da kendi halimize bırakmayacaktır. Kesin fikirli, inatçı ve dik başlı olmayan, bilakis samimiyetle Allah'tan gelen hidayeti araştıran herkes, göklere ve yerlere bakarak bir çok ders ve ibret alabilir. Fakat gönlünü Allah'tan çevirenler, kainatta olan her şeyi zahiren görseler de, bunların ilahî kudreti gösteren ne büyük deliller olduğunu anlamazlar.
Şimdi, samimiyetle Rabbine yönelip maddî-manevî nice lutuflara erişen kullara misal olmak üzere şöyle buyruluyor:
10. Biz Davûd'a tarafımızdan büyük bir lutufta bulunduk: "Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin. Ey kuşlar, siz de!" buyurduk. Demiri onun için yumuşattık.
11. Ona şöyle emrettik: "Vücudun gerekli yerlerini örtüp koruyacak büyüklükte zırhlar yap ve onların yeterli ölçü ve sağlamlıkta olmasına dikkat et!" Siz de ey mü'minler, salih ameller işlemeye bakın; çünkü ben bütün yaptıklarınızı görüyorum.
Cenab-ı Hakk'ın Davûd (a.s.)'a verdiği müstesna lutuflar çoktur. Bazıları şöyledir:
Onu peygamber yapması,
Zebur'u vermesi (bk. İsra 17/55),
Ona ve oğlu Süleyman'a hususi bir ilim vermesi (bk. Neml 27/15),
Onu kuvvet ve kudret sahibi kılması (Sad 38/17),
Adaletle hükmetmek üzere yeryüzünde halife kılınması (Sad 37/56),
Hem yüzünün hem de sesinin güzel olması. Hatta sesin güzelliğini anlatmak üzere "Davûdî ses" ifadesini kullanmak meşhur olmuştur.
Bunlara ilaveten burada Hz. Davûd'a verilen iki müstesna lutuftan bahsedilir:
Birincisi; dağların ve kuşların onunla beraber Allah'ı tesbih etmesi. Hz. Davûd'un öyle güzel ve tesirli sesi vardı ki, Allah'ı zikir ve tesbihe başladığı zaman dağlar da onun zikrine katılır, kuşlar da gruplar halinde onunla birlikte tesbih ederlerdi. Nitekim bu hususu açıklayan diğer ayet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
"Biz, dağları onun emrine verdik de, akşam sabah onunla birlikte Allah'ın sınırsız kudret ve yüceliğini tesbih ederlerdi. Etrafında toplanan kuşları da. Hepsi birden tesbih, dua ve yakarışlarla Allah'a yönelir, O'nun iradesine boyun eğerlerdi." (Sād 38/18-19)
"…Dağları ve kuşları Davud'un emrine ram ettik; onunla beraber Allah'ı tesbih ediyorlardı. Gerçekten biz, dilediğimiz her şeyi yapma kudretine sahibiz." (Enbiya' 21/79)
İkincisi; elinde demirin yumuşaması ve bununla savaşlarda insanı ölümcül tehlikelerden koruyacak zırhlar yapması. Nakledildiğine göre demir, ateşte eritmeksizin Allah'ın lütfuyla Davûd (a.s.)'ın elinde mum, hamur veya çamur gibi olurdu. Çekiç gibi bir alet kullanma ihtiyacı duymadan demire istediği şekli verirdi. (Taberî, Cami'u'l-beyan, XXII, 82) Böylece Cenab-ı Hak ona demiri işleme sanatını bahşetmiş; demiri işleyip ondan bedeni tamamen örten geniş zırhlar yapmasını ilham etmişti. Rivayete göre zırh daha önce demir levhalar halinde yapılırdı. İlk defa küçük demir halkaları birbirine ekleyip zırh yapan Hz. Davûd olmuştur. Bu sebeple Allah Teala ona zırh yaparken onun daha hafif ve daha iyi koruyucu olması için imal ettiği küçük demir halkaları birbirine güzelce eklemesini, ölçüleri iyi ayarlamasını ve halkalar arasında boşluk bırakmamasını emretmiştir. Âyet-i kerîmedeki "Siz de ey mü'minler, salih ameller işlemeye bakın; çünkü ben bütün yaptıklarınızı görüyorum" (Sebe' 34/11) emri ve ikazı, Hz. Davûd'a iman etmiş mü'minlere olabileceği gibi, kıssadan çıkarılacak bir hisse olarak, Muhammed (s.a.s.) ümmetine de tevcih edilebilir. Buna göre bizlerin de, Allah'a ibadet ve taatta güzel ameller yapacağımız gibi, demiri işleme, ondan savaş aletleri yapma ve böylece müslümanları şer güçlerin taarruzundan koruma bakımında daha güzel faaliyetlerde bulunmamız istenmektedir.
Hz. Davûd'un oğlu Süleyman (a.s.)'a gelince:
12. Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik. Onunla sabah gidişte bir aylık, akşam dönüşte de bir aylık yol alırdı. Erimiş bakırı onun için kaynağından sel gibi akıttık. Cinlerden de, Rabbinin izniyle onun maiyetinde çalışanlar vardı. Onlardan kim emrimizden biraz sapsa, ona hemen çok yakıcı ateş azabından tattırırdık.
13. Cinler Süleyman'ın isteğine göre mabetler, kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar, leğenler, yerinden sökülemez sabit kazanlar yapıyorlardı. Ey Davûd ailesi! Allah'a şükür olacak ameller işleyin. Doğrusu kullarımdan gereği gibi şükredenler pek azdır.
Bu ayetlerde de dünya nimetleri ve saltanatı bakımından Hz. Süleyman'a verilen hususi lutuflardan bahsedilir. Şöyle ki:
Birincisi; Cenab-ı Hak rüzgarı onun emrine boyun eğdirmişti. Süleyman (a.s.) seyahatlerini onunla yapardı. Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafe idi. Âyette geçen اَلْغُدُوُّ (ğudüv) kelimesi sabahtan öğleye kadarki, اَلرَّوَاحُ (ravah) kelimesi de öğleden güneşin batımına kadarki zaman dilimini ifade eder. Anlaşılan o ki Hz. Süleyman bir gün içerisinde birkaç saatlik bir mesai ile, o zamana göre normal şartlarda iki ay sürecek bir seyahati gerçekleştirebiliyordu. Demek ki rüzgar onun için günümüzdeki uçak seviyesinde bir ulaşım aracı vazifesi görmekteydi.
İkincisi; onun için bakır madeni, bir kaynaktan suyun akması gibi, eritilip akıtılmıştı. Dolayısıyla tarihte eritilmiş bakırı ilk kullanan kişi, Hz. Süleyman olmuştur.
Üçüncüsü; Hz. Süleyman'ın emrinde çalışan insanlar olduğu gibi, onun önünde ve kontrolünde çalışan bir kısım cinler de vardı. Bunlar, insanlara göre daha güçlü, kuvvetli ve maharetli olduklarından Süleyman (a.s.) ağır ve zor işleri onlara yaptırırdı. Âyet-i kerîmede onların:
› مَحَار۪يبُ (meharîb): Mabedler, görkemli binalar, saraylar, korunaklı kaleler,
› تَمَاث۪يلُ (temasîl): Timsaller, nakışlar, inşa edilen muazzam binaları süsleyecek resimler. İslam'da heykel yapmak haramdır. Tevrat'ın hükmüne göre de heykel yapmak haram kılınmıştı. Tevrat'ın hükmüne göre amel eden bir peygamber olduğu bilinen Hz. Süleyman'ın, haram olan bir şeyi yapması veya yaptırması söz konusu olamaz. Dolayısıyla bundan maksat, haram olmayan manzara resimleri ve nakışlar olmalıdır.
› جِفَانٌ (cifan): Büyük havuzları andıran çanaklar, leğenler,
› قُدُورٌ (kudûr): Büyüklükleri sebebiyle yerlerinden taşınamayan, kıpırdatılamayan kocaman kazanlar yaptıkları haber verilir. Demek Hz. Süleyman misafirleri çok olan ve onlara ikramı seven son derece cömert bir insandı.
Cinler emre mecbûren itaat ederlerdi. Çünkü Cenab-ı Hak, elinde ateşten bir kamçı bulunan bir meleği vazifelendirmişti. Hz. Süleyman'ın emrinden sapan olursa, göremeyecekleri bir yerden bu kamçıyı tepesine indirir ve onu yakardı.
Bunlar Allah Teala'nın büyük ihsanları olduğu için, Cenab-ı Hak Davûd ailesini şükre, devamlı şükür sayılabilecek ameller işlemeye ve hakkiyle şükretmeye davet etmektedir. Bu hitap, nimet sahibi herkes için geçerlidir. Şükür, sadece sözle ifade edilen bir teşekkürden ibaret olmayıp, buna ilaveten aslında tüm nimetleri, onu verenin rızası istikametinde ve O'na itaat yolunda kullanabilmektir. Nankörlük ise o nimetleri masiyet yolunda kullanmaktır. (bk. İbrahim 14/6-7) Bu sebeple şükrü gereği gibi ifa edebilen kullar gerçekten çok azdır. Kul, o seçkin azınlığa katılabilmek için şükür yolunda çok büyük bir cehd ve gayret içinde olmalıdır.
Şükür hali husûsunda İbrahim b. Edhem'le Şakîk-ı Belhî arasında geçen şu mülakat ne kadar hikmetlidir:
Şakîk-i Belhî, İbrahim b. Edhem'e sorar:
"–Geçim husûsunda ne yaparsınız?" İbrahim b. Edhem şöyle cevap verir:
"–Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz!.." Şakîk-ı Belhî:
"–Horasan'ın köpekleri de böyle yapar!" deyince bu defa İbrahim b. Edhem sorar:
"–Ya siz ne yaparsınız?" Şakîk-i Belhî şöyle cevap verir:
"–Bulursak şükredip infak eder, bulamadığımızda ise yine şükredip sabrederiz."
Resûlullah (s.a.s.) bir gün minbere çıkmış ve bu ayeti okuduktan sonra şöyle buyurmuştu:
"- Üç şey vardır ki bunlar kime verilirlerse, o kişiye Davûd hanedanının benzeri verilmiş olur." Ashab-ı kiram (r.a.):
"- Bunlar hangileridir" diye sorunca Efendimiz (s.a.s.):
"- Hoşnutluk ve kızgınlık hallerinde adalet, fakirlik ve zenginlik halinde iktisat, gizli ve açıklık hallerinde Allah'tan korkmak" buyurdu. (Hakim Tirmizî, Nevadiru'l-Usûl, II, 7)
Rivayete göre, Süleyman (a.s.) kendisi arpa ekmeği yer, buna karşılık aile halkına kaba undan yapılmış ekmek yedirir, yoksullara ise has undan ekmek yedirirdi. O, hiçbir zaman karnını tıka basa doyurmazdı. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca da: "Karnımı doyurursam, açları unutmaktan korkarım" derdi. Bu da ancak pek az kimsenin başaracağı bir şükür çeşididir. (Kurtubî, el-Cami', XIV, 277)
Büyük bir saltanata sahip olsa da, insanlarla birlikte cinlere ve hayvanlara bile hükmetse de Hz. Süleyman da neticede ölümlü bir insandı. Ecel onu da yakaladı:
14. Süleyman'ın ölümünü takdir edip canını aldığımızda, son derece ağır işlerde çalışan cinler, onun öldüğünü ancak üzerine dayandığı değneğini kemiren bir ağaç kurdu sayesinde fark edebildiler. Değnek kırılıp Süleyman yere yıkılınca anlaşıldı ki, eğer cinler gerçekten duyularının ötesinde olup bitenleri bilmiş olsalardı, Süleyman öldüğü halde, kendilerini böyle zelil ve perişan eden ağır işleri yapmaya devam etmezlerdi.
Hz. Süleyman, kıyamda uzun uzun durarak Allah'a ibadet ederdi. Bir değneği vardı, ona dayanarak Rabbinin huzurunda dururdu. İşte böyle bir ibadeti sırasında değneğe dayanmış dururken vefat etti. Değneğe dayandığı için Allah'ın bir kudret tecellisi olarak vücudu olduğu yerde kaldı. Böylece günler, belki de aylar geçti. Askerleri ve emrinde çalışan cinler onu ibadette zannediyor, eski vazife ve hizmetlerine devam ediyorlardı. Ağaç kurdu değneği kemirip çürütünce Hz. Süleyman'ın cansız bedeni yere düştü. İşte o zaman cinler onun öldüğünü anladılar. Böylece cinlerin gaybı yani duyularının ötesinde kalan varlık sahasını bilmedikleri ortaya çıktı. Eğer gaybı bilselerdi, Hz. Süleyman'ın öldüğünü hemen fark edecek ve yapmakta oldukları onur kırıcı angarya işleri yapmaya devam etmeyeceklerdi.
Kur'an'ın beyanına göre müşrikler cinleri Allah'a ortak koşuyor, onları Allah'ın çocukları olarak kabul ediyor ve onlara sığınıyorlardı. (bk. En'am 6/100; Saffat 37/158; Cinn 72/6) Yine onlar, cinlerin gaybı bildiklerine inanıyor ve gayb bilgisini elde edebilmek için onlara yöneliyorlardı. İşte Allah Teala, Hz. Süleyman'ın vefatı münasebetiyle verdiği canlı bir misalle cinlerin gaybı bilmediklerini beyan ederek müşriklerin saplandıkları bu inançların tamamen asılsız ve yanlış olduğunu bildirir.
Hz. Davûd ve Hz. Süleyman'ın kıssalarından birer kesit sunan bu ayetlerin beyan ettikleri çeşitli manalar arasında bir de bilim ve teknik alandaki gelişmelere işaret ettikleri sezilir. Cenab-ı Hak, peygamberlere mûcize olarak verdiği nimetlerle bir yönden onların nübüvvetlerini ispat ederken, bir yönden de kainata koyduğu ilmî kanunlardan istifade işinde peygamberlerin örnek alınmalarını işaret yoluyla teşvik eder. Burada Davûd (a.s.)'ın dağları konuşturmasında gramofon, plak, teyp tekniğine; demirin yumuşatılması ve erimiş bakırın sel gibi akıtılmasında, madenleri işletip sanayii geliştirmeye; Süleyman (a.s.)'ın birkaç saat içinde iki aylık mesafeyi rüzgara binerek kat etmesinde uçak teknolojisine, Mûsa (a.s.)'ın değneği ile taştan, topraktan su çıkarmasında artezyene, İbrahim (a.s.)'i, ateşin yakmamasında ateşe dayanıklı maddelerden elbise yapmaya, Îsa (a.s.)'ın felçlileri hatta ölmüşleri tedavi edip diriltmesinde tıbbî tedavinin en ileri noktalarına; Süleyman (a.s.)'ın ilimde ileri gitmiş vezirinin, takrîben iki bin km uzaklıktan Belkıs'ın tahtını getirmesinde televizyona hatta ışınlayarak eşya nakline teşvik ettiği hissedilir.
Şimdi de, Allah'ın nimetlerine nankörlük edenlerin başlarına ne tür felaketler geldiğini gösteren tarihî bir ibret levhası gösterilmektedir:
15. Doğrusu, Sebe' kavmi için yaşadıkları diyarda çok önemli bir ibret dersi vardı. Oturdukları vadi sağından solundan, iki taraflı uzayıp giden güzel bahçelerle çevrilmişti. Peygamberleri onlara: "Rabbinizin size bahşettiği nimetlerden yiyin ve O'na şükredin. İşte sizin için ne hoş bir memleket, ne kadar da bağışlayıcı bir Rab!" demişti.
16. Fakat onlar bu davetten hoşlanmayıp, şükürden yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine, barajlarını yıkan meşhur Arim selini gönderdik de onların o güzelim bahçelerini buruk meyveli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan virane bahçelere çevirdik.
17. Nankörlükleri ve peygamberleri yalanlamaları yüzünden onları işte böyle cezalandırdık. Biz zaten çokça nankörlük eden inkarcılardan başkasını cezalandırmayız.
18. Onların yurtlarıyla bereketlerle donattığımız Filistin-Şam diyarı arasında adeta sırt sırta vermiş ve biri diğerinden görünebilen nice beldeler meydana getirdik; bunlar arasında da düzenli ve sistemli ulaşım imkanları sağladık. Kendilerine: "Oralarda gece gündüz güven içinde gezip dolaşın!" buyurduk.
19. Fakat onlar: "Rabbimiz! Seyahatlerimizde konaklama yerlerimiz arasındaki mesafeyi artır" dediler ve işledikleri günahlarla kendilerine yazık ettiler. Biz de onları nesilden nesle bir ibret levhası halinde aktarılacak efsanelere çevirdik ve tamamen parçalayıp bölük bölük her tarafa dağıttık. Şüphesiz bunda zorluklara sabredip nimetlere çokça şükretmesini bilen herkes için nice ibretli dersler vardır.
Önceki kıssada Allah'ın verdiği nimetlere şükreden iki güzel kul misal verilmişti. Şimdi ise ilahî nimetlere nankörlük eden bir kavim misal verilmektedir. Bu, Sebe' kavmidir. Sebe', Yemen'de yerleşmiş bir kabilenin ismi idi. Başkentleri bu günkü San'a civarında yer alan Ma'rib şehri idi. Kurdukları üstün medeniyet dillere destan olmuştu. Ülkenin zenginlik ve refah seviyesi çok yüksekti. Oturdukları vadinin sağ ve solundan uzayıp giden bağları bahçeleri meşhurdu. Yemen'le Suriye-Filistin arasında güvenli bir yol güzergahı tesis edilmiş, güzergah boyunca yerleşim yerleri oluşmuş, böylece emniyet içinde karlı bir ticaret yapma imkanı doğmuştu. Ancak onlar, güneşe tapan müşrik bir toplumdu. Hz. Süleyman vesilesiyle müslüman olan kraliçe Belkıs zamanında manen de yükselen bir millet haline geldiler. (bk. Neml 27/22-44) Daha sonra tekrar şirke ve tefrikaya düştüler. Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler. Sahip oldukları nimetlerin ve emniyetin kıymetini bilemediler. Şükretmedikleri halde daha fazlasını isteme küstahlığında bulundular. Kazanç hırsıyla, fakirleri daha çok soymak için yol konaklarının aralarının uzaklaştırılmasını bilfiil temenni ettiler. Söz ve fiilleriyle Allah'ın azabını celbetmeye başladılar. Nihayet meşhur Ma'rib barajının çöküşü sebebiyle meydana gelen ve Kur'anî ifadesiyle "Arim Seli" denen büyük bir sel felaketi ile bağları, bahçeleri virane haline geldi. Kendileri de oradan mecbûren göç etmek durumunda kaldılar. Böylece eski saltanatları yok oldu; büsbütün parçalanıp darmadağın oldular. Hatta onların bu halleri darbımesel haline gelmiştir. Bugün bile Araplar, bir topluluğun darmadağın olmasından bahsederken: "Sebe'liler gibi darmadağın oldu" demektedirler.
Sebe' halkının bu ibretli hali, apaçık düşman olan şeytana uymanın ağır bir bedelinden başka bir şey değildir:
20. Gerçekten de İblîs'in insanlar hakkındaki zan ve temennîsi doğru çıktı. Çünkü bir kısım mü'minler dışında herkes ona uyup gitti.
21. Oysa İblîs'in onlar üzerinde bir şeyi yapmaya zorlayıcı hiçbir gücü yoktur. Ancak biz, ahirete inananlarla ondan şüphe edenleri birbirinden ayırıp ortaya çıkaralım diye ona bu fırsatı verdik. Rabbin her şeyi hakkiyle gözetlemekte ve kayda almaktadır.
Şeytan Allah Teala'dan kıyamete kadar müsaade almış ve bundan böyle vazifesinin insanları saptırmak olduğunu ilan etmişti. İddiasına göre ihlasla Allah'a kulluk edenler haricinde herkesi yoldan çıkaracaktı. (bk. A'raf 7/14-18; Hicr 15/39-40) Anlaşılan o ki, netice İblîs'in iddia ettiği gibi olacak, ihlasa erdirilmiş kullar dışında herkes ona uyup yoldan çıkacaktır. Aslında onun insanları zorla Allah'a isyana sevk etme gücü yoktur. Ona sadece, kendi iradeleriyle Allah'a isyan yolunu seçen kimseleri saptırma, kandırma ve aldatma yetkisi verilmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
"Hesaplar görülüp iş bitirilince şeytan şöyle der: «Allah size gerçekleşmesi kesin olan bir va'atte bulundu; ben de size öylesine va'atte bulundum fakat sözümde durmadım. Aslında benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm de yoktu. Sadece ben sizi inkara çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın da kendinizi kınayın. Bugün, ne ben sizin feryadınıza yetişebilirim, ne de siz benim feryadıma yetişebilirsiniz. Dünyada iken beni Allah'a ortak tanımış olmanızı da reddediyorum. Elbette zalimlere can yakıcı bir azap vardır.»" (İbrahim 14/22)
Şeytana dünyada insanları aldatma ve kandırma yetkisinin verilme hikmeti ise ahirete iman edenlerle, onunla alakalı şüphesi olanları birbirinden ayırmaktır. Çünkü bu dünyada insan ancak ahirete inanmakla doğru yola bağlanabilir. Öldükten sonra dirileceğine ve Allah huzurunda amellerinin hesabını vereceğine inanmayan bir kimsenin doğru yolda yürümesi zordur. O kişi mutlaka yoldan sapacaktır. "Şu da bir gerçek ki, ahirete inanmayanlar doğru yoldan ısrarla sapıyorlar" (Mü'minûn 23/74) ayeti bunu beyan eder. Çünkü böyle biri, hiçbir zaman kendisinde, doğru yola yürümesini sağlayacak bir mesuliyet şuuru geliştiremez. Doğru yolda olanlar ise, bunun mutlaka ahirette kendilerine faydalı olacağına inandıkları için, o yolda yürümeye devam ederler.
Dolayısıyla insanlara şu gerçeği hatırlatıp:
22. De ki: "Allah'tan başka ilah sandığınız şeylere istediğiniz kadar yalvarın durun. Bunların size hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü onlar ne göklerde ne de yerde zerre miktarı bir şeyin bile gerçek sahibi değillerdir. Göklerin ve yerin hakimiyet ve yönetiminde onların hiçbir ortaklıkları da yoktur. Ayrıca Allah onlardan bir yardımcı edinmiş veya edinecek de değildir."
23. Allah'ın huzurunda, O'nun izin verdiği kişi hakkında ve yine O'nun izin verdiği kişi tarafından yapılmadıkça şefaat de hiçbir fayda vermez. Nihayet şefaat izni çıkıp da kalplerindeki korku ve dehşet giderildiği zaman şefaat bekleyenler, şefaat edeceklere: "Rabbiniz ne buyurdu?" diye sorarlar. Onlar da: "Gerçeği buyurdu" diye cevap verirler. Allah, pek yüce, çok büyüktür.
İblîs ve yandaşlarının en önemli işi insanları, Allah'ı bırakıp putlara tapmaya yönlendirmektir. Halbuki putların tapmaya değer bir özellikleri yoktur. Kendilerine yalvaranlara ne cevap verebilir, ne onlara bir fayda sağlayabilir, ne de onlardan bir zararı defedebilirler. Çünkü:
› Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeyin bile gerçek sahibi değildirler.
› Bunların hakimiyet ve yönetilmesinde hiçbir ortaklıkları yoktur.
› Allah gökleri ve yeri yaratırken onlardan herhangi bir yardımcı da almamıştır.
O halde putlara tapmanın ne anlamı kalır? Müşrikler, inanmıyorlar fakat faraza ahiret olacaksa, melek ve cin gibi değişik varlıklardan edindikleri putların kendilerine şefaatçi olacaklarını söylüyorlardı. Halbuki orada Allah'ın izin vermediği hiç kimse şefaat edemeyecektir. Herkes O'nun huzurunda suspus olacak, kalpler korkudan titreyecek ve O'ndan çıkacak kararı bekleyecektir. Kimsenin O'nun vereceği karara müdahale etmesi de mümkün değildir. Cenab-ı Hak da gerçek neyse onu söyleyecek, böylece hak yerini bulacaktır. Böylece müşrik ve münkirler de gerçeği orada tüm netliği ile öğrenmiş olurlar. Madem dünyada da ahirette de tek söz sahibi ve tek karar mercii Allah'tır; o halde O'na kulluk ve teslimiyetten başka çıkar yol aramak boşunadır.
Doğru yolu kaybetmiş böyle inkarcılara belki şu hatırlatmalar fayda verir:
24. Onlara: "Sizi göklerden ve yerden kim rızıklandırıyor?" diye sor. Cevap veremezlerse: "Allah'tır" de ve ekle: "O halde ya biz veya siz, ikimizden biri doğru yolda, diğeri ise apaçık bir sapıklık içindedir."
25. De ki: "Bizim işlediğimiz herhangi bir suçtan siz sorguya çekilecek değilsiniz; biz de sizin yaptıklarınızdan sorguya çekilmeyeceğiz."
26. De ki: "Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda en doğru bir şekilde hükmünü verecektir. Çünkü O, hükmünü adaletle verip gerçeği ortaya çıkaran ve her şeyi hakkiyle bilendir."
27. De ki: "Allah'ın yanına yakıştırdığınız ortakları bana gösterin bakalım! Haşa! O'nun hiçbir ortağı yoktur. Bilakis O, kudreti daima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır."
Peygamberimiz (s.a.s.)'le müşrikler arasında vuku bulan bu konuşmada, muhatapların iddiaları en tesirli bir yolla reddedilir. Şöyle ki:
Evvela rızık konusu gündeme getirilir. Müşrikler de kendilerini göklerden ve yerden rızıklandıran varlığın sadece Allah olduğunu, nihai noktada putların bu konuda bir yetkilerinin olmadığını biliyorlardı. Şimdi karşılıklı münakaşa eden iki gruptan biri gerçek rızık verici olan Allah'ın birliğine inanıp yalnız O'na kulluk ediyor, diğeri ise O'na ortak koşuyordu. Bu iki gruptan birinin doğru yolda olduğu, diğerinin de sapık yolda olduğu kesindir. Fakat Cenab-ı Hak burada Peygamberimiz (s.a.s.) ve mü'minlere mühim ve semereli bir tartışma adabı öğretmektedir: Eğer tartışan taraflardan biri kendisinin doğru, karşı tarafın ise hatalı olduğunu peşinen ifade ederek söze başlarsa bu tartışmadan verim alınamaz. Halbuki önce iki taraftan birinin hatalı olabileceğinin kabulü, taassubun atılmasına ve tarafların fikirlerini samimi olarak gözden geçirmelerine imkan sağlar. Bu sebeple hem tebliğ hem de insanların halini ıslah vazifesi bulunan Efendimiz (s.a.s.)'den ilk planda hemen müşriklerin yanlış yolda ve sadece kendisinin doğru yolda olduğunu söylememesi istenir. "Bizim işlediğimiz herhangi bir suçtan siz sorguya çekilecek değilsiniz" (Sebe' 34/25) ifadesinde geçtiği üzere, Efendimiz (s.a.s.)'in "suçu kendisine izafe etmesi"nin istenmesinde de yine aynı incelik vardır. Hedef muhatabı kırmadan, ürkütmeden sıcak bir münakaşa ortamına çekmek, ona düşünmesini sağlayacak bir zemin hazırlamak ve böylece gerçeği görüp uyanmasını sağlamaktır.
Görüldüğü üzere Cenab-ı Hak, Resûlü'ne işte böyle insanın psikolojik ve sosyolojik bütün yönlerini dikkate alarak tebliğde bulunma metotlarının ip uçlarını veriyordu. Çünkü onun hakkında şöyle buyuruyordu:
28. Rasûlüm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilmez.
29. Bir de: "Eğer doğru söylüyorsanız, bizi tehdit edip durduğunuz şu kıyamet ne zaman?" diye alay ederler.
30. De ki: "Sizin için belirlenmiş öyle bir gün var ki, o gün gelip çattığında, ne onu bir an geri alabilirsiniz, ne de bir an ileri geçirebilirsiniz!"
Önceki peygamberler belli bir zaman dilimi ve belli bir bölgeye gönderilirken, Allah Resûlü (s.a.s.) kıyamete kadar bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Çünkü, önceki zamanlarda olduğu gibi, ne kendisiyle birlikte başka bir peygamber gönderilmiştir, ne de kendisinden sonra başka bir peygamber gelecektir. (bk. Ahzab 33/30) Onun tebliğ ettiği din ebediyen geçerli olacaktır. O dinin üzerinde durduğu en mühim husus kıyamet ve hesaptır. İnsanların kıyametin kopmasıyla ilgili şüpheleri olsa da, hem küçük kıyamet olan ölüm için, hem de büyük kıyamet için belirlenmiş kesin bir an vardır ki, o an gelince olacak olacaktır. Onu bir saniye ileri veya geri almak imkansızdır.
Bu kaçınılmaz gerçeklere rağmen, bunlara inanmayanları ve kör bir taassupla bu inançsız zalimlerin peşinden sürüklenenleri çok dehşetli bir son beklemektedir:
31. Kafirler: "Biz ne bu Kur'an'a inanırız, ne de bundan önceki kitaplara" diyorlar. Sen o zalimleri bir de hesap için getirilip Rablerinin huzurunda durdurulduklarında bir görsen! Birbirlerine laf yetiştirmeye çalışacaklar: Dünyada zayıf düşürülüp ezilenler büyüklük taslayan liderlerine seslenerek: "Eğer siz olmasaydınız biz elbette iman ederdik" diyecekler.
32. Büyüklük taslayanlar ise, zayıf düşürülüp ezilenlere: "Size doğru yolu gösteren kitap ve peygamber geldikten sonra, siz iman edecektiniz de, biz mi sizi ondan zorla alıkoyduk. Hayır, asıl siz günaha dalmış inkarcı suçlulardınız" diye karşılık verecekler.
33. Bu kez, zayıf düşürülüp ezilenler büyüklük taslayanlara: "Hiç de öyle değil! Gece gündüz işiniz gücünüz hilekarlıktı. Allah'ı inkar etmemiz ve O'na ortaklar koşmamız için bize baskı üstüne baskı yapıyordunuz" diyecekler. Kendilerini bekleyen azabı gördüklerinde ise artık tartışmayı bırakacaklar, içlerine çöken pişmanlık acısı bir kor gibi yüreklerini yakıp kavuracak! Biz de o kafirlerin boyunlarına demir halkalar geçirip, hepsini aşağılık bir halde cehenneme sürükleyeceğiz. Onlar, başka değil, sadece yaptıkları günahların cezasını çekecekler!
Dünyada nüfûz, güç, kuvvet sahibi olup kendileri inanmadıkları gibi, zayıf buldukları bir kısım insanları da Allah yolundan saptıran kibirli nasipsizler vardır. Kur'an-ı Kerîm, saptıranlardan "müstekbir", onlara uyup sapanlardan ise "müstaz'af" olarak bahseder. Ne kitap ve peygambere ne de ahirete inanan bu zalimlerin, mahşerdeki kavgalarından, birbirlerine laf yetiştirmeye çalışmalarından acıklı bir manzara arz edilir. Özeti şudur: Hiçbiri suçu sahiplenmek istemez, hep birbirlerini suçlarlar, o korkunç cehennem azabı karşısında bir suçlu bulup onu kurban vererek kendilerini kurtarmak isterler. Pişmanlıktan için için yanarlar. Fakat bu nafile bir çaba olacaktır. Çünkü boyunlarına demir halkalar geçirilerek cehenneme sürükleneceklerdir. Bu manzaranın takdimindeki maksat, halihazırda imansızlık ve sapıklık içinde bulunanları mahşerin dehşetli manzaralarıyla korkutarak uyanmalarına vesile olmaktır. (bk. A'raf 7/38-39; Ahzab 33/66-68; Mü'min 40/47-48)
Çünkü hangi çağda olursa olsun, toplumun geniş imkanlara sahip şımarıkları, ilahî buyruklar karşısında hep aynı inkarcı tavrı sergilemektedirler:
34. Biz hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, oranın hiçbir ahlakî kaygı taşımadan nimetler içinde şımarıp dünyevî zevkler peşinde koşan ileri gelenleri mutlaka peygamberlere: "Bakın, size indirildiğini söylediğiniz o ilahî buyrukları ret ve inkar ediyoruz" diye karşı çıkmışlardır.
Allah'ın hikmeti, peygamberlerin ve onlara inananların çoğu fakir, onlara karşı çıkanların çoğu da nimet ve zenginlikle şımarmış kimseler olmuştur. Bunlar zenginliklerine, mal ve evlatlarının çokluğuna güvenerek ilahî mesajı reddetmişlerdir. Hatta onlarda şöyle bir düşüncenin oluştuğu da hissedilmektedir: "Biz, Allah'ın gözde kullarıyız. Bu sebeple bize, müslümanları mahrum bıraktığı veya az miktarda verdiği nimetlerden bol bol ihsan ediyor. Eğer Allah bizden hoşnut olmasa, neden bütün bu serveti, mal ve gücü bize versin? Bize dünyada bu kadar bol nimetler veren Allah, eğer varsa ahirette de bizi cezalandırmayacaktır." Halbuki insana verilen rızkın çok veya az oluşunun, kişinin Allah yanındaki değeriyle bir alakası yoktur. O tamamen Allah'ın dilemesine kalmış ve imtihanı gerektiren bir durumdur. Esas değer, ahlak ve fazilet sahibi olgun bir insan olabilmektedir. Nitekim şair Bakî şöyle der:
"Şeref vermez dür ü gevher, kemal olmaz zer ü zîver
Hüner kesbet hüner, bahr-i fazilet, kan-ı irfan ol."
"Aslında hiçbir değeri olmayan bir insanı inciler ve mücevherlerle süsleyerek şerefli bir kişi haline getirmeye çalışmak ne kadar faydasız bir emek ise, sayısız servetlere sahip bir insan için de, «Ben kemal sahibiyim!» diye iddiada bulunmak o kadar yersiz ve gülünçtür. Sen, gerçekten kamil bir insan olmak istiyorsan, her türlü alayişi bir tarafa bırakarak ilim elde et, fazilet ve irfan sahibi ol! Ancak bunlar seni şerefli bir insan yapar." (Unutulmaz Mısralar, s. 144)
Şunu unutmayın ki:
35. Üstelik: "Bizim malımız da, evladımız da sizinkinden daha fazla. Biz öyle azap filan da görecek değiliz" demişlerdir.
36. De ki: "Rabbim dilediğine rızk