Selimiye'nin iade-i itibarı

Sinan-ı Âlî'nin, "Ustalık eserim" dediği Selimiye'nin kubbesi altında kopan fırtına, basit bir restorasyon tartışmasının çok ötesinde, bir ustanın ardında bıraktığı sırrın yeniden okunmasıdır. Mimar Sinan'ın o meşhur seyrini, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin o anıtsal sözüyle okumak gerekir: "Hamdım, piştim, yandım." Şehzade Camii'nde "hamdım" diyen çırak Sinan, Süleymaniye'de "piştim" diyen kalfa Sinan, Selimiye'de ise artık "yandım" diyen usta Sinan'dır. Buradaki "yanmak", sadece bir olgunlaşma değil, gözlerin gafletten uyanmasıdır. Selimiye, işte bu uyanışın taşı ve harcıdır. Ve bugün yaşananlar, bu "yanmışlığın" ruhuna sadakat arayışından ibarettir. Bu, bir "tahribat" hikayesi değil, Mimar Sinan’ın ruhunun hem naif hem de entelektüel tebliği niteliğindeki cüretkâr kurtarma operasyonudur.

Her şeyden önce, o kubbenin bugünkü yüzünün Sinan’a ait olmadığını bir kez daha hatırlayalım. O, Sinan’dan asırlar sonra, imparatorluğun kendi estetik dilinden şüpheye düştüğü bir fetret devrinin ürünüdür. Yapıya sonradan eklenen bu katman, kalem işi denen, yani duvar, tavan ve kubbe yüzeylerinde yapılan ince desenli boyama işleridir. Bu teknikte, dönemin Barok etkisiyle kıvrımlı, hareketli, altın varaklı ve simetrik motifler tercih edilmiştir. Bu, Mimar-ı Azam Sinan’ın tevhid inancını yansıtan, merkezî kubbenin altında yarattığı bütüncül ve arı mekân anlayışına sonradan giydirilmiş, horror vacui (boşluk korkusu) ile bezeli, süsü mimarinin önüne geçiren bir yaklaşımdır. Sinan’da mimari, yapının iskeletidir; süsleme ise o iskeletin nefes alan derisi. Oysa mevcut Barok katman, yapının ana lisanıyla değil, kendi döneminin estetik öncelikleriyle konuşan bambaşka bir beyandır.

Elbette, böylesine cüretkâr bir operasyon, koruma biliminin daha katı ve materyalist yorumuna dayanan bir dizi ciddi itirazı da beraberinde getirmiştir. Bu itirazların özünde, zamanın yapıda biriktirdiği her katmana dokunulmazlık atfeden, 'müdahale etmeme' prensibine dayalı, kendi içinde tutarlı ve saygıdeğer bir felsefe yatar. Ancak bu tartışma, yalnızca Batı merkezli koruma tüzüklerinin evrensel bir kural olup olmadığına dair değil, aynı zamanda bir 'sanat silsilesi' meselesidir. Geleneğin doğasında, bir önceki ustanın eserini anlayıp, onun ruhuna sadık kalarak onu geleceğe taşımak vardır. Bu, ölü bir nesneyi müzeye koymak değil, canlı bir organizmayı, onun özüne hürmet ederek varoluş nedenine uygun şekilde yenilemektir. 'Sinan'a karşı İnan' ikilemi de işte bu noktada anlam kazanır: İnanç, yalnızca fiziksel varlığa değil, onu var eden kurucu iradeye ve bu iradenin bir sanat silsilesi içinde anlaşılması gerektiğine duyulan inançtır.

Ancak ustanın o "yandım" dediği mertebeden bakınca, bu fırtınalar başka bir anlam kazanır. O makam, incinmeyi değil, incitmemeyi esas alır. Alvarlı Efe Hazretleri'nin o meşhur tebliğinde dediği gibi: "Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme / Günahkâr olma Fahr-i âlem-i zîşânı incitme." Bu tartışma da eserin kemâlini değil, belki de bizim o kemâlât mertebesine ulaşmış bir esere ve ustasına karşı imtihanımızı sınamaktadır.

İşte bu itirazların temelindeki felsefi zemin, bilgi ve irfan ışığında aydınlatıldığında, ikna ve tatminle sonuçlanacak bir uzlaşmanın da kapısını aralamaktadır. Zira bu itirazların dayandığı Venedik Tüzüğü (1964), özgünlüğü büyük ölçüde yapının fiziksel varlığına indirger. Ancak koruma bilimi orada durmamıştır. Nara Özgünlük Belgesi (1994) ve Burra Tüzüğü, en can alıcı soruyu sormamızı sağlamıştır: Bu yapıyı neden koruyoruz? Onu eşsiz kılan nedir? Selimiye için bu sorunun tek bir cevabı vardır: Mimar Sinan’ın dehası. Bu, koruma biliminde bir normlar hiyerarşisi kurmaktır. Selimiye gibi tek bir imzanın eseri olan şaheserin kurucu iradesi, adeta bir anayasadır. Sonradan gelen ve bu ana metnin bütünlüğünü bozan her katman ise, tarihi değeri olmakla birlikte, anayasayla çelişen bir yasa gibidir. Sadakat, kurucu iradeye; yani eserin özüne sinmiş kurucu metne gösterilir.

Unutmamak gerekir ki Mimar Sinan, sıradan bir duvar ustası değildir. O, askeri ve mühendislik dehasını, padişahların himayesinde pratik sanatla birleştirmiş ve ulaştığı o eşsiz üslubu, İslam sanatlarının silsile geleneği içinde geleceğe aktarmış bir alimdir. Bu nedenle, "Ama ortada Sinan’a ait somut bir kanıt yok!" itirazı, onun eserlerine temel olan bu derin mühendislik ve sanat dilini okuyamamaktır; zira burada aranan kanıt, kazınmış bir sıva parçası değil, eserin ruhuna sinmiş o şaşmaz mimari dil bilgisidir. Bu dil bilgisi; oranlar, statik denge, ışık kullanımı gibi yüzlerce eserde teyit edilmiş somut ve ispatlanabilir ilkelerden oluşur. Projeyi yürütenlerin iddiası, bunun bir ‘icat’ olmadığı, yapının kendi içindeki bu sanatsal DNA’dan yola çıkan bir restitüsyon çabası olduğudur. Bu, bir kehanet ritüeli değil, eserin kendi iç tutarlılığından yola çıkan bir mimari istidlâldir. Nihayetinde bu bir tercihtir: Sinan’a ait olmadığı ve üslubuna aykırı olduğu kesin olan bir yanlışı mı koruyacağız, yoksa eserin kendi mantığından yola çıkarak aslına en yüksek ihtimalle sadık olan doğruyu mu ihya edeceğiz? İlim ve vicdan, ikincisini işaret eder.

Son ve en hassas eleştiri ise yaşayan bir sanatkârın, Hattat Hüseyin Kutlu’nun, 450 yıllık bir mirasa kendi “imzasını” atması meselesidir. Bu değerlendirme, ilmi bir kararın icrasıyla, kişisel bir sanatsal yorumu birbirine karıştırmaktadır. Buradaki usul, bilim kurulunun ‘mimari istidlâl’ ile belirlediği projenin, o kararı en doğru şekilde tatbik edebilecek liyakatte bir icracı eliyle hayata geçirilmesidir. Hüseyin Kutlu, bu rolde kişisel bir yorum katan bir ‘sanatçı’ değil, geleneğin dilini ve Sinan’ın dil bilgisini en iyi bilen, ilmi kararı aslına en uygun şekilde harfe ve desene dökecek olan ustadır. Dolayısıyla bu, kişisel bir imza değil; 450 yıllık bir mirasta Kubbe Ustası Mimar Sinan’ın ruhunu barındırma arzusudur.

Nihayetinde, Selimiye kubbesi altında verilen karar bir imha değildir; bu bir hassas cerrahi müdahaledir. Amaç, Sinan’ın ruhu üzerine sonradan örtülmüş o egzotik maskeyi, bir hekimin şifa arayan titizliği, bir kuyumcunun zerreden cevher çıkaran hassasiyeti ve her şeyden evvel, o ruhtan anlayan usta bir hattatın irfanıyla aralayarak, altındaki o ölümsüz imzayı yeniden gün yüzüne çıkarmaktır. Bu, tarihe bir ihanet değil, mimari dehamıza ve onu var eden medeniyetin özüne karşı ertelenmiş bir iade-i itibardır.

Bizden söz düşmez; söz, kadim zamanlardan bugüne hikmeti devralan silsilelerin ve irfanla bezenmiş üstadlarındır. Bu satırlar, onların erdemi önünde bir estağfurullah nişanesidir.