Sükûnetle gelen farkındalık

İçinde yüzdüğümüz bu çağ, farkında mısınız bilmem, adeta her yanımızı sarmış bir gürültü perdesinin ardında akıp gidiyor. Bu gürültü sadece kulaklarımızı çınlatan sesler değil; aynı zamanda bilgisel, duygusal ve dijital bir sağanak. Bu durmak bilmeyen akıntı, çoğu zaman gözümüzden kaçan, neredeyse unuttuğumuz bir cevheri, gerçek sessizliği adeta puslu bir sisle örtüyor. Sürekli ‘bağlı’ olma ve nefes aldırmayan bir koşturmaca üzerine kurulu günümüzün bu hızlı dokusu, bu paha biçilmez dinginliği sanki hiçe sayıyor. Oysa yepyeni bir bakış açısının, taptaze bir anlayışın filizlenebileceği o bereketli toprak, tam da bu sükûnetin tam ortasında saklı. Günlük ritmimize damgasını vuran bu "gürültülülük", öylece kenarda duran, edilgen bir seyirci değil; aksine, zihnimizi ve gönül dünyamızı faal bir şekilde biçimlendiriyor. Bu her köşe başına sinmiş ses seli, binbir kılığa bürünerek dikkatimizi dağıtıyor, ruhsal dengemizi, çoğu zaman farkına bile varmadığımız inceliklerle sarsan görünmez bir el sanki. Hep birlikte, duyulur olanı, gözle görülür bir hareketliliği önem ve ilerlemeyle bir tutma eğilimimiz, ne yazık ki sessizliğin değerini görmezden gelmemize neden oluyor. İşte bu ortak miyopluğumuz, belki de tam da iç huzurumuz ve kendimize has fikirler yeşertebilmemiz için muhtaç olduğumuz o derinlemesine düşünme, yani kendi özümüze dönme alışkanlıklarını es geçmemize yol açıyor. Ruhumuzu okşayan, bize ‘işte bu!’ dedirten işler ortaya koymak istediğimizde, genellikle sessizliğin o şefkatli sinesinde pişen derin bir içsel yolculuğa ihtiyaç duyarız. Ne var ki bu, sürekli bir şeylerle oyalanmamız için adeta yalvaran bir dünyada, kıymeti pek de anlaşılmamış bir mücevher gibi.

Peki, yaşadığımız bu dijital çağın koşturmacasının o çok katmanlı "gürültülülüğü" dediğimiz şey, sadece seslerden mi ibaret dersiniz? Elbette hayır, bunun çok daha ötesine geçiyor. Bir yanda dijital dünyanın o baş döndürücü yüklemesi var: sonu gelmeyen bir bilgi seli, ardı arkası kesilmeyen bildirimler ve sosyal medya mecralarının o cıvıl cıvıl, bir o kadar da talepkâr sohbetleri… Bu teknolojik curcuna, bir de toplumun omuzlarımıza yüklediği beklentilerin gürültüsüyle harmanlanıyor: bitmek bilmeyen umutların o ısrarcı fısıltısı, rekabetin o amansız kamçısı ve sürekli bir şeyler başarmamız, bir şeyler sergilememiz gerektiğine dair o sözsüz, ama bir o kadar da ağır dayatma. Tüm bu dış etkenleri daha da içinden çıkılmaz hale getiren bir şey daha var ki, o da kendi içimizdeki o susmak bilmeyen gevezelik: kaygılarımız, sorumluluklarımız ve kendimize yönelttiğimiz acımasız eleştirilerin o sonsuz monologu. Üstelik bu iç ses, çoğu zaman tam da maruz kaldığımız dış baskılarla beslenip daha da güçleniyor. Bu girift ağın "görünen yüzünün ardına" bir yolculuk yaptığımızda, bu farklı gürültü katmanlarının birbirinden bağımsız olmadığını, aksine birbiriyle sımsıkı kenetlendiğini görürüz. Dijital dünyanın uyaranları toplumsal endişelerimizi körüklerken, bu endişeler de içimizdeki huzursuzluğu daha da alevlendirerek adeta bir kısır döngü yaratır. Tıpkı karmaşık bir denklem gibi, bu iç içe geçmiş düzen, yoğunluğunu sürekli artırmak üzere kendi kendini ayarlıyor gibi görünür. Hal böyle olunca da, gürültünün tek bir kaynağını bulup susturmak neredeyse imkansız bir hal alır. Bu aralıksız, çok boyutlu "gürültülülüğün" birikimli etkisi, hepimizin ortak dikkatini ve derinlemesine, sorgulayıcı düşünebilme yetisini sinsice kemiriyor olabilir, ne dersiniz? Böyle bir aşınmanın sonuçları ise oldukça düşündürücü: sadece her birimizin içindeki o eşsiz üretkenlik pınarını kurutmakla kalmaz, aynı zamanda bir bütün olarak karşılaştığımız daha büyük sorunları çözme becerilerimizi de zayıflatabilir. Bu durum, anlamlı bir ilerleme için sağlam ve odaklanmış düşünceyi olmazsa olmaz gören herkes için üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir mesele.

Peki, bir insan, bilinçli bir şekilde bu her yanı saran gürültüden sıyrılmak istediğinde ya da hiç beklemediği bir anda sessizlikle göz göze geldiğinde ne olur? İşte o an, gerçekten de insanın içini aydınlatan, dönüştürücü bir deneyim olabilir. İlk başta, alıştığımız o daimi uğultunun yokluğu bir yadırgama yaratabilir; tanıdık uyaranların eksikliği, içimizde bir yerinden edilmişlik hissi uyandırabilir. Ama bu geçici huzursuzluk, genellikle yerini çok daha derin, çok daha saf bir berraklığa bırakır. Hayatımızın "ses ayarının" aslında ne kadar yüksek olduğunu fark ettiğimiz o anlar, tam da bu sessizlik anlarıdır. Sanki sessizliğin kendisi, ruhumuza tutulmuş bir ayna gibidir; günlük koşuşturmacanın, seslerin ve faaliyetlerin hayatımızı ne denli istila ettiğini, belki de en derindeki özlemlerimizle ya da dile getiremediğimiz öz ihtiyaçlarımızla ne kadar uyumsuzlaştığını bize fısıldar. Hani bazen deriz ya, "hayatımın ne kadar gürültülü olduğunu anlamak için sessiz kalmam gerekti," işte tam da bu. Sessizlik, bu anlamda, bir boşluk değil, aksine içgörülerle ve kendimizi yeniden tanıma fırsatlarıyla dolu, bereketli bir vadidir. Önceliklerimizi yeniden tartmamıza, kendimizle daha samimi bir sohbete dalmamıza ve bizim için gerçekten neyin paha biçilmez olduğunu anlamamıza imkân tanır. Sükûnetin içinde anlamı keşfetme çabası, yaşadıklarımızla bilinçli bir bağ kurarak hayatımıza değer katmayı amaçlayan kadim bilgeliklerle de ne kadar örtüşüyor, değil mi? Tıpkı bir müzik parçasındaki notaların o gizli şifa gücü gibi, sessizliğin de ruhumuzu onaran, dinginleştiren bir potansiyeli olabilir. Sessizliği kucaklayabilmek ve onun bize fısıldadığı sırlardan ders çıkarabilmek, sadece kişisel bir tercih olmanın çok ötesine geçer; giderek daha karmaşık hale gelen bu dünyada yolumuzu bulabilmek, içsel direncimizi pekiştirmek ve daha sağlam bir içsel ahenk kurabilmek için neredeyse vazgeçilmez bir hüner haline gelir. Sessizlikle kurduğumuz bu bağ, bir nevi "yaşamımızın ince ayarıdır"; anlamı ve içsel gücümüzü çoğaltmak için kendi hayatımızı bilinçli bir şekilde yeniden ilmek ilmek dokuma çabamızdır.

İşte bu yüzden, hayatımızda sükûnete yer açmak, sadece "ah biraz daha az gürültü olsa" diye iç geçirmekten çok daha derin bir anlama geliyor; bu, kendi yaşamımızın dümenine geçmekle, onunla canlı bir bağ kurmakla ilgili bir durum. Bilinçli bir yönelişle hareket etmek, o her yanı saran "gürültülülüğün" bir adım geri çekilebileceği, kendi içimize dönüp ruhumuzla daha derin bir temas kurabileceğimiz anlar ve sığınaklar yaratmayı gerektiriyor. Bu, elbette dünyadan elini eteğini çekmek, bir inzivaya kapanmak anlamına gelmiyor. Aksine, sürdürülebilir bir denge arayışı bu; anlamlı bir sessizliği, günlük hayatımızın hem işlevsel hem de ruhumuzu besleyen bir parçası haline getirme sanatı. Bu yaklaşım, tıpkı bir ustanın elinde ham bir malzemenin işlevsel ve göz alıcı bir esere dönüşmesi gibi, fikirleri güçlü deneyimlere dönüştüren tasarım ilkelerini andırıyor, değil mi? Burada "fikir", daha büyük bir farkındalıkla, daha dolu dolu yaşanan bir hayat; "çözüm" ise içimizdeki ve dışımızdaki o ses karmaşasını incelikle dengeleyen bilinçli tercihlerimiz. Sessizliğe alan açma eyleminin kendisi bile başlı başına özgün bir yaratım süreci; sürekli uyarılmanın o kanıksanmış girdabından kendi irademizi geri almak için sanatı ve inceliği hayatımıza kişisel bir mühürle dahil etmek gibi. Bu, sessizliği bir yoksunluk olarak değil, aksine bilinçli bir inşa, tanıdık gürültünün "ezberini bozarak" yerine yeni bir şeyi, daha sakin, daha derinlikli bir varoluş biçimini koymak olarak yeniden hayal etmektir. Eğer her birimizin hayatının genel akışı, hem kendimizi hem de iç dünyamızın zenginliğini yansıtan eşsiz bir beste ise, o zaman bilinçli bir sükûnetle notalanmış bir yaşam, gerçek özümüzün çok daha berrak ve katışıksız bir şekilde yankılanmasına olanak tanıyabilir. Şimdi bir adım daha ileri gidelim: Bireyden başlayıp hepimizin ortak yaşam alanına doğru bir pencere açarsak, bu tür "tasarlanmış bir sessizliği", belki daha insan odaklı bir şehir planlamasıyla, birbirini gözeten çalışma ortamlarıyla ya da düşünmeye ve hissetmeye alan açan eğitim anlayışlarıyla aktif bir şekilde filizlendiren ve besleyen bir toplum hayal edin. Böyle bir toplum, daha yaygın bir iç huzuruna, daha köklü yeniliklere ve birbirini daha can kulağıyla dinleyen bir iletişime zemin hazırlayabilir. Böylesi bir toplumsal dönüşüm, o yaygın "gürültülülüğün" yıpratıcı etkilerinden bazılarını şifalandırabilir, sükûnet düşüncesini güçlü, hepimizin iliklerinde hissettiği bir deneyime dönüştürebilir ve nihayetinde herkes için daha anlamlı, daha ahenkli yaşam alanlarının yeşermesine can suyu olabilir.