Kısık sesli telefonu çaldı üst üste...
Duymuyordu Ahra. Duymak da istememişti zaten hiç... Ve hep...
Yıllar önce, Irak'ın işgal altında olduğu zamanlardan kalma bir korkuydu Ahra'daki. Kardeşi Ammar, mücahit bir Müslümandı. İslam topraklarının işgal altında olmasını hazmedemiyordu. Kabullenemiyordu Müslümanların katledilmesini, seyirci kalamıyordu.
Günlerden Cuma'ydı. Ahra, Ammar'ı uyandırmak için odasına gitmiş, usulca kapıyı açmıştı. Ammar, yatağında değildi. Telaşlandı Ahra. Az önce usulce açtığı kapıdan bu defa hışımla girdi içeri, sağa sola bakındı. Yoktu kardeşi. Hızlıca mutfağa, salona, banyoya göz gezdirdi. Bulamıyordu Ammar'ı. Bulamadıkça panikliyor, panikledikçe de elleri ayakları titriyordu.
9 kız kardeştiler. Ahra evin en büyüğüydü. Ammar ise Ahra'dan iki yaş küçüktü ve 8 kızın abisiydi. Ahra ile Ammar birlikte büyümüşlerdi. Bu cefakar ikili, aynı zamanda birlikte "anne-babalık" da yapmışlardı kardeşlerine.
En küçük kardeşlerinin doğumunda kaybetmişlerdi annelerini, bir yıl sonra da annelerinin ölümünü daha fazla kaldıramayan babalarını. Birer yıl arayla anne ve babasını kaybeden Ahra, annelik, Ammar ise babalık yapıyordu kardeşlerine.
Şam'da, derme çatma bir gecekonduda hayata tutunmaktı onlarınki. Şahsına münhasır odası olan tek kişi, evin erkeği ve aynı zamanda "babalığı" olan Ammar'dı. Diğer kız kardeşlerin hepsi tek odada kalıyordu.
O gün günlerden Cuma'ydı. Ahra, "haftanın en zengin kahvaltısı" olan yumurtalı ekmek ve siyah zeytinleri siniye dizmiş, güzel görünsün diye de tabakların etrafına birkaç maydanoz sapı serpiştirmişti. Kardeşi Ammar'ı uyandırmak için odasına yönelmişti, olanları bilmeden.
Ammar, o gün sabah namazı için erkenden uyanmıştı. Aslında gece de uyku tutmamıştı. Sabaha kadar yatağında kıvranıp durmuş, göz kapakları bu yükü daha fazla kaldıramayınca, yummak zorunda kalmıştı yorgun gözlerini. Evinde son kez abdest alacağının idraki ile hiç acele etmiyordu. Kalktı yataktan, kardeşlerinin odasının kapısını açtı, hepsine baktı tek tek. Sıra Ahra'ya bakmaya geldiğinde gözyaşlarını tutamadı daha fazla. Bıraktı kendini, içine hıçkırarak damıttı gözyaşlarını, titreyen dudaklarına doğru süzüle süzüle, yıkıla yıkıla. Son kez görüyordu "babalık" yaptığı kardeşlerini. Veda ediyordu onlara, daha büyük bir babalık yapmak için! Ne büyük bir izzet, ne yüce bir onur Ya Rabb!
Amerika'nın işgali altındaki Irak'lı Müslümanlara "babalık" yapmayı koymuştu kafasına bir kere. Tıpkı Rachel Corrie'nin Gazzeli çocuklara "annelik" yapmayı kafasına koyduğu gibi!
Kardeşlerine son kez bakarken yüreği parçalanıyordu, içi yanıyor, gözyaşları boğazında düğümleniyordu. Ama Ammar, Rıza-i İlahî'yi yazmıştı kalbine, Kalû Bela'dan kardeş oldukları daha ağır basıyordu evdeki kardeşlerinden.
Abdestini aldı, seccadesini serdi, namazını kıldı. Sonra diz çöktü rabbinin karşısına, müracaat etti o'na.
"Rabbim!" dedi.
"Kardeşlerim öksüz, kardeşlerim yetim, kardeşlerim kimsesiz. Lakin oradaki kardeşlerim daha öksüz, o kardeşlerim daha yetim, daha kimsesiz. Ben Bağdat'a onlara "kimse" olmaya gidiyorum, sen de benim kardeşlerime 'kimse' ol!"
"Âmin" dedi sonra, abaannesinden kalma kestane ağacından eskitme sandukaya koydu yavaşça katladığı seccadesini. Ve ceketini alıp çıktı, bir daha hiçbir zaman dönmeyeceğini bildiği evden.
9 kız kardeş, 9 kimsesizler kimsesizi!
Kalmışlardı ortada. Babasız ve babalıksız. Ammarsız, direksiz ve dirençsiz.
Yıllar geçmişti.
2 kız evlenerek ayrılmıştı evden, diğer 7 kız kardeş aynı evde yaşamaya devam etmişti. Annesi onu doğururken ölmüştü Rabia'nın. Yıllar sonra bunu öğrendiğinde, bir daha hiçbir kadın çocuk doğururken ölmesin diye kadın doğum doktoru olmaya yemin etmişti. Ve Rabia, tıp fakültesini bitirip doktor olmuştu. Şam'da çalıştığı hastaneden elde ettiği kazançla Ahra'nın omuzlarındaki ağır yükten bir parça almıştı. Kaderin cilvesi, Rabia'nın çalışmaya başladığı o ay, zalim Esed'in katliamları başlamış, Suriye, iç savaşın eşiğine gelmişti. İmkanı el verenler, hali vakti yerinde olanlar, göç etmeye başlamış, Suriye'den bilmedikleri coğrafyalara hicret etmişti.
Ahra ve kardeşlerinin yerinden bile kıpırdayacak gücü yoktu. Zor geçiniyorlardı, imkansızdı onlar için göç etmek.
Günlerden Salı'ydı.
Ahra, evin haftalık ihtiyaçlarını karşılamak için Şam'ın en büyük pazarına gitmişti. En ucuz sebzelere ulaşmak için tezgah tezgah dolaşıyordu. Birden çok büyük bir ses geldi. Bu ses o kadar güçlü bir sesti ki, aylar sonra bu sese şahitlik yapanlar "o an, İsrafil Sûr'ayı üfledi zannettik" diye anlatacaktı. Yere düştü Ahra. Elindeki sebze poşetleri dağıldı dört bir yana.
Kıyametin demosu muydu bu?
Yoksa hayal miydi her şey?
Yapımcılarının Hollywood'dan, 10.000 km öteden geldiği bir filmin çekim sahneleri miydi yoksa?
Pazar, darmadağın olmuştu. Haykırışlar, çığlıklar, gök ile yer arasında gidip geliyordu olağan şiddetiyle. Düştüğü yerden gözü kapkara dumanların çıktığı yere ilişti Ahra'nın. Gökyüzünde bulutlar oluşturmak için peş peşe dizilen dumanlar, şehadet haberini müjdeliyordu sanki yeryüzündekilere. Ayağa fırladı, düştüğü yerden Ahra.
Dumanların çıktığı bölge evlerinin olduğu bölgeydi.
Koştu, hiç durmadan, nefes almadan, poşetlerdeki sebzeleri döke döke. Anne gibi, şefkatin cisimleşmiş hali gibi, merhamet maratonunda koşar gibi koştu kardeşlerine. Tarihin en acı koşusuydu bu. Esed'in barbar ordusu bomba atmıştı Şam'ın tepesine. Kendi halkını bombalamak o alçak için bir "ata sporu"ydu. Katil bir babanın mirasçısıydı.
Eve yaklaştıkça kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oluyordu Ahra'nın. Harabeye dönmüştü her yer. Enkazları yara yara ilerliyordu. Sonunda ulaştı paramparça olmuş evlerine. Ne az önce çıktığı gecekondu yerindeydi, ne de kardeşleri. Her yer, her şey yıkılmış, harabeye dönmüştü. Diz çöktü, dizlerinin üzerine yıkıldı. Ne ağlayabiliyor, ne konuşabiliyor, ne de bağırabiliyordu. Nefessiz, kimsesiz, çaresiz kalmıştı. Durmuştu an, buz kesmişti zaman, girdabı andırıyordu içinde olduğu mekan.
Adı neydi? Kimdi? Burası neresiydi? Neden buradaydı?
Aklı gitti. Tanımlayamaz oldu, tanımaz oldu, tanınmaz oldu.
O an bir ses geldi. Çalan, telefonuydu. Farkında bile değildi. Bir telefondan ses gelebileceğini bilemeyecek kadar donmuştu. Zaman donmuştu, hayat donmuştu, nefes donmuştu, kan donmuştu. Bütün iyiler, bütün ezanlar, bütün Hızır'lar, bütün atlar susmuştu.
Allah'ım! Ne çok acı var…
Birden, aldı telefonu eline, açtı. Niçin açmıştı? Kimin için açmıştı? Yanıtsızdı bütün sorular, anlamsızdı bütün davranışlar!
Telefondaki kuzeniydi. "Babam, annem, kardeşlerim öldü Ahra" dedi, hıçkıra hıçkıra. Ölen Ahra'nın hayattaki tek kan bağlısıydı, amcasıydı. Düştü telefon elinden. Tek kelime edemeden, hiçbir şey söylemeden düştü telefon…
Yıllar geçmişti aradan…
Ahra, Ürdün'e göç etmişti.
Mezarlıklara dönen ülkesinde yaşamak ölümdü, dayanılmazdı. Bütün hayatının, bütün ailesinin, bütün sevdiklerinin toprak altında olduğu bir şehirde nefes alamıyordu. Girmek istiyordu, ayak bastığı toprağın altına. Yaşayan bir ölü, istemeden oksijen alan bir canlı, hayatta olan bir cenaze gibiydi.
Anlamsız geliyordu ona her şey!
Ağır geliyordu, Şam!
Taşıyamıyordu, 40 kiloluk bedeni!
On insanın, yüz insanın, bin insanın yüklendiği yükü, tek başına omuzlamıştı.
Yorgundu, yorulmuştu.
Ürdün'de de barınamadı, yaşayamadı. Soluksuz ve renksizdi her şey ve hiçbir şey anlamlı değildi.
Günlerden Cuma'ydı.
O gece rüyasında kız kardeşlerini gördü. Annesini, babasını gördü. Ammar'ı, yani koca çınarı, yani "babalığı" gördü. Hepsi, şırıl şırıl akan berrak bir ırmağın kenarında, yemyeşil otlar arasında, bembeyaz kıyafetlerde oturuyordu. Tebessüm ediyordu Rabia. Gülümsüyordu Ammar. Mutluydu ailesi. Doyamadı onları izlemeye. Ne büyük bir özlemdi bu, ne onurlu bir hasret! Uyandığında derin bir acı hissetti. Yalnızlığa uyanmıştı çünkü. Belki tekrar görürüm diye uyumaya çalıştı. Yapamadı. Yalnızlığın ateşi yakıp kavuruyordu bedenini. Dalamıyordu, düşemiyordu düşüne bir türlü.
Dayanamadı.
Kalktı, hiç kalmak istemediği yerden.
Abdest aldı. Çıktı evinden, yanına aldığı bir aile fotoğrafıyla.
Kaldığı yerin tam karşısındaki tepeye tırmandı ardına hiç bakmadan. Uçurumun kenarına geldi. Cebinden çıkardı, yol boyunca okşaya okşaya taşıdığı fotoğrafı.
Baktı, baktı, baktı…
Ve ağladı dakikalarca.
Hıçkıra, hıçkıra, öyle derinden, öyle ciğerden…
O an'a şahitlik yapan melekler de ağladı.
Zaman ağladı, yer ağladı, gök ağladı, Endülüs, Şam, Beyrut, Kudüs ağladı. İnsanlık ağladı. İnsan ağladı.
Sonra sildi gözyaşlarını, koydu cebine fotoğrafı.
Uçurumun kenarındayım hızır! Hayatın sonunda, yaşamın başında, ölümün kıyısındayım Hızır!
Ailesine kavuşmak için o son adımını attı, uçurumun eşiğine geldi.
O an…
Kısık sesli telefonu çaldı üst üste...
Duymuyordu Ahra. Duymak da istememişti zaten hiç... Ve hep...
Şam'da kuzeninin verdiği acı haberden sonra hiç bakmamıştı telefonuna, bakamamıştı!
Duymadı yine, duymak istemedi. Açmadı telefonu!
Derin bir nefes aldı, başını göğe kaldırdı.
"Affet Allah'ım" dedi ve bıraktı boşluğa kendini. Hayatın bittiği yerden başlayacağı yere, başlangıca, doğuma, ilk an'a bıraktı kendini.
Az önce arayan kişi…
Ammar'dı.
Canından çok sevdiği Ammar'dı.
Ammar ölmemişti…