Tanpınarın beş şehri varsa bizimde beleş şehrimiz var

"Beleş yaşıyoruz azizim beleş." Yok daha neler, şükür işim var, muhtaç olmayacak kadar da kazanıyorum daha ne. Nesi "beleş" öyle ya... Sahi ne için çalışıyoruz, yaşıyoruz ve kazanıyoruz hiç düşündünüz mü? Aç kalmamak için, açık kalmamak için bir de olabildiğince şeye(mal/mülk/eşya) sahip olabilmek için. Kısacası aldığımız maaş kadar kendimiz için, nefsimiz, en fazla ailemiz için. Peki ya sorumlu olduğumuz komşumuz, akrabamız, eşimiz-dostumuz, şehrimiz ve de devletimiz için de çalışıyor muyuz hiç. En önemlisi de Yaradan'a şükran niyetine ne yapıyoruz acaba? Onlar için de yaşıyor muyuz hiç?

Günümüz eşrafından saydığım, mümeyyiz ve mütefekkir bildiğim sevgili Yusuf Kaplan'ın bir sözünü hiç unutmuyorum. Demişti ki bir defasında "Hayatta olduğunuz süre içerisinde bulunduğunuz zamana ve zemine hatırı sayılır bir katkınız yok ise, siz yaşamıyorsunuz yaşatılıyorsunuz demektir." Bu ince söylemin verdiği mesaj gayet net… Bir insan olarak etken değil de edilgenseniz diğer canlılardan ne farkınız var ki demektedir aslında. Her ne kadar kastettiği bir asalak/tufeyli mesabesinde olmasa da insan dediğin ya bir eser bırakmalı ya da eser bırakanların peşini bırakmamalı.

Şayet yaşadığınız muhitte bir mekin olarak insanların ya da diğer can sahiplerinin faydasına bir işe imza atmamış isek, öldükten sonra adımızın torunlarımızca yaşatılıyor oluşunun hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Bize tanınan zamanda ve de takdir edilen zemin de hiç olmaz ise bir dikili ağacımız olmalı değil midir? Özel gün ve haftalarda fotoğraf vermek niyetiyle, üstelik takım elbiselerimizle toprağın suratına çam tüpü zerk etmekten bahsetmiyorum tabi ki. Ağaç dediğime de bakmayın lafın gelişi işte.

Yaşadığımız zaman ve mekana bir eser demişken Gustafe Eiffel'in muhayyilesi Eyfel kulesi gibi görkemli bir demir yığınını tasarlamaktan ya da Mimar Sinan gibi minareleri gökleri yırtan camiler inşa etmekten bahsetmiyorum. Abide eserler bırakmak abide şahsiyetlerin işidir biz kotarabilecek olduğumuza bakalım kafi. Nasıl ki geçmişte birçok hükümdar, belediye reisi, kanaat önderi ve yazar-çizer şehirlerde yaşamaktan çok şehirleri yaşamış ve bir şeyleri yaşatmış ise öyle işte.

Elbette ki şehirlerde eserler bırakmak kadar şehirden yana eser bırakmakta o denli ehemmiyetli olsa gerek. Bu cihetle ortaya konulan sayısız eser arasından Tanpınar'ın "Beş Şehir" çalışması bu yazıyı kaleme alış sebebim oldu bir bakıma… Her ne kadar doksanlı yıllarda Sivas üzerine 6. Şehir adında bir kitap neşredilmiş olsa da Tanpınar'ın yaşamış olduğu İstanbul, Ankara, Erzurum, Bursa ve Konya üzerine yazdıkları birçoklarında olduğu gibi bende de derin izler bıraktı.

Öyle ki Kemal Tahir'den Refik Halit'e; Cevdet Kuntay'dan Mario Levi'ye kadar birçok kalem erbabı tercihini İstanbul'dan yana bir kitap yazmak üzerine kullanmışsa da Tanpınar gibi yaşadığımız her bir şehrimiz için kitap yazılsa ne güzel olurdu. O kadar ki Metin Kaçan'ın "Ağır Roman"ı gibi şehrin görünmeyen ya da görülmesin istenen varoşlarını, kuytu köşelerde kalmış yanlarını konu edinen bir kitap mesela.

İyi de herkes kitap yazamaz ki öyle ya. Hem zaten benim maksadım başka. Herkesin şehir aşkına kitap ya da şiir türünden bir şeyler yazmasını beklediğim falan yok. O yazmaktan yana mahir olmuşların işini. Benim derdim maişet niyetine koşturduğumuz şehirlerde ölmezden evvel bir eser bırakabilmek. Öyle bir eser ki kilometrelerce uzaktan dikkat çeken bir minareden ya da çoluk çocuk ter attığımız oyun parklarından daha elzem bir eser.

Bir can… Bir çocuk, öğrenci, çırak, eleman, kalfa, usta... Komşumuz, mesai arkadaşımız, yanı başımızda beyhude yaşayan kendi kardeşimiz, evladımız belki de. Öyle bir can ki neredeyse "Beleş" denilecek şekilde yaşadığımız şehirde bazen ellerinde telefon sosyal medya denen bataklığın arka bahçesinde, önünde zehir yumağı televizyon yahut bilgisayar başında, internetin avuçlarında, zevk-i sefa denen boşluğun bağımlısı olmuş haliyle unuttuğumuz –bizim- canlarımızdan sadece birisi işte. Ne bileyim tutsak elinden, dokunsak gönlüne, girsek zihnine. Çekip çıkarsak gün yüzüne…

Ona severek sevmeyi, ikram ederek paylaşmayı, konuşarak değer vermeyi öğretsek. Değiştirsek onu tam da Yaradan'ın istediği gibi… İnsanların arasında dolaşan ama sizin eseriniz bir insan olsa. Bir zaman sonra kulluk bilinciyle Rabbine sadık, evlatlık şuuruyla ailesine tutkun, sevda ile eşine bağlı, okuma şuuruyla vicdanıyla barışık, iş ahlakıyla şehrine hadim, devletine merbut hale gelmiş bir eserimiz olsa. Sonra da "Beleş" yaşayan milyonlardan bir farkımız olsa. Tıpkı yaşadığı şehirlerden yana kitap yazmış adamlar gibi.