​Tarihi Kırılma: Eşiğin Ötesi

Kırılma, daha çok sert olan nesneler için telafisi mümkün olmayan fiziksel bir değişim durumunu ifade eder. Dayanma sınırlarını aşan bir etkiye maruz kalınmasıyla ortaya çıkan bu durum sonrasında -biriken güç boşaldığı için- kısmi bir rahatlama görülebilir. Bunun basit bir açıklaması var: En dipteyseniz yapacağınız her şey sizi yükseltmek için katkı sağlar.

Kırılma, daha çok sert olan nesneler için telafisi mümkün olmayan fiziksel bir değişim durumunu ifade eder. Dayanma sınırlarını aşan bir etkiye maruz kalınmasıyla ortaya çıkan bu durum sonrasında -biriken güç boşaldığı için- kısmi bir rahatlama görülebilir. Bunun basit bir açıklaması var: En dipteyseniz yapacağınız her şey sizi yükseltmek için katkı sağlar.

Tarih ise toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmelerini, her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilim olarak tanımlanır.

Bu iki kavramın birleşimi ile oluşturulacak “tarihi kırılma” hakkında yaşadığımız çağın penceresinden bakarak yeni bir tanımlama ve çıkarım yapmak istediğimizde; ilişki, bağlantı, etkileşim, diğerkâmlık, düşünce gibi ancak insanın periferisinde bir şey ifade edebilecek, insanla mündemiç olan kavramların yani içtimai hayatı ayakta tutan temellerin aşırı olumsuz etkiye maruz bırakılarak en sert/zayıf yerinden kırıldığı sonucuna varırız. Dolayısıyla şu anda dünyada vuku bulan askeri, politik, tarihsel ve kültürel tüm olayları; zulüm, haksızlık ve adaletsizlikleri göz önüne aldığımızda, aslında insanın tarihi kırılmanın eşiğinde olmadığını, parmak uçları ile bu eşiği geçtiğini görebiliriz.

Yeniden eşiğin gerisine çekilebilmek mümkün mü?

İnsanın hem kendini hem de hayat sürdüğü dünyayı yaşanabilir ve miras bırakılabilir bir medeniyet mefkûresi biçimde muhafaza etmesi için bu gerekli elbette. Fakat bu sorudan daha önemli olan şey, soruya verilecek her türlü cevabın sadece devlet kavramı ile beraber açıklanabilecek olmasıdır.

Thomas Hobbes, Leviathan’da devletin varoluşsal nedenini bireylerin güvenliğini sağlamak olarak açıklamaktaydı ve konjonktüre göre bu tanımlama makul ve yeterli sayılabilmekteydi. Aradan geçen yüzyıllara rağmen devlet, insan eksikliklerini kolektif bir şuura dönüştüren, yaşadığı toprakları kutsallaştırarak ona yurt yapan klasik özellikleriyle dahi çağımızda oldukça anlamlı ve yeri doldurulamaz bir yer edinmeye devam ediyor. Filistin’de tüm yaşadıklarına rağmen topraklarını terk etmeyen insanlara baktığımızda devlet varoluşsal nedenini yitirmiş olsa bile (Hobbes’un tanımına göre) insanların başka saiklerle de devlete ihtiyacı olduğunu görürüz. Bu çıkarım, Doğu’nun devlet tanımı ile Batı’daki devlet tanımının uyuşmadığını dolayısıyla yeniden eşiğin gerisine çekilebilmek için devlet amaçlarıyla birlikte medeniyet tasavvurunun da doğru anlaşılmasının önemini göstermektedir.

Bu idrake İslamiyet’in kabulü ile birlikte tam manasıyla erişen Türkler, kadim tarihleri boyunca devleti sadece bireylerin güvenliğini sağlayan sığ bir yapı olarak inşa etmemiş; insanla beraber onun ortaya koyduklarını, kültürlerini, medeniyet birikimlerini de bir bütün olarak koruyan ve onları yaşatacak özgür ortamı sağlayan bir “çatı” olarak imar etmişlerdir. Müslüman Türkler işte bu mefkûre ile dünyayameydan okumuş; Bizans, İran, Çin, Hint, Avrupa Avrasya’da yaşayan en güçlü medeniyetlerle dahi sıkı ilişkiler sürdürmelerine rağmen kendilerini kaybetmeden varlıklarını sürdürebilmişlerdir.

Cemil Meriç, Kültürden İrfana adlı kitabında irfanı, ‘insanı insan yapan vasıfların bütünü’ olarak tanımlar. Öyleyse hem tarihi hem de insani kırılmaya neden olabilecek şekilde eşiği geçen parmakların, yeniden eşiğin gerisine çekilebilmesi için irfanın ve devlet düşüncesinin birbirlerine olan bağlılıklarıyla medeniyet temellerinin nasıl bir kutsal zemin üzerine inşa edildiğinin iyi idrak edilmesi gerekmektedir.