Üç ayna tek suret

Bir hekimin hastasını anlamak için sadece anlattıklarına değil, stetoskopuyla duyduğu kalp atışına güvenmesi gibi, bir milletin ruh sağlığını anlamak için de, siyasi manşetlere değil, sanatının ritmine kulak vermek gerekir. Manşetler, dilin söylediği geçici şikayetlerdir; sanat ise ruhun dile getiremediği o derin ve hakiki ritimdir. Bugünlerde Türkiye’nin kalbinden üç farklı tını yükseliyor: Mitolojik bir romanın epik vuruşu, vicdani bir filmin telaşlı mırıltısı ve tasavvufi bir ağıtın kederli yankısı. Manaları mest eden yazar İskender Pala’nın “Azdahak”ı, sessizliğin ödüllü yönetmeni Semih Kaplanoğlu’nun “Bağlılık Hasan”ı ve mistik melodilerin üstadı Mercan Dede’nin "Ab-ı Çeşm"i... Bu üç tını birleştiğinde, ruhumuzun ortak ritmi bize hangi teşhisi koyuyor?

Kalbimizdeki bu ritmin ilk ve en görkemli vuruşu, İskender Pala’nın “Azdahak” romanıyla geliyor. Bu, bizim epik korkumuzun sesi. Tarihin derinliklerinden gelen, yedi başlı bir ejderha misali saf, büyük ve ezici bir kötülük. Bu romana gösterilen ilgi, bizim dışımızdaki, tarif edebildiğimiz, karşısına bir kahramanla çıkabileceğimiz büyük bir "düşman"a olan ihtiyacımızı gösteriyor. Bu vuruş bize, hepimizin o canavarla savaşacak bir kurtarıcıyı, düzeni yeniden kuracak o kahramanı beklediğini söylüyor.

“Pazar sabahı ne sanatı, ne mitolojisi kardeşim?” Belki de aklından bu geçiyor, haklısın. Birazdan pazar kahvaltısı bitecek ve zihin yavaş yavaş yarının, yani Pazartesi'nin angaryasına hazırlanacak. Artan o nedensiz sıkıntıya, o toplu ruh yorgunluğuna... Aynı trafik, açılacak borsa ekranı, metrobüste bir boşluk kapma telaşı… Geçen haftadan pek de farklı olmayan bir döngü. Ama bir an dur. Sadece bir an. Zihnindeki o gürültüyle bu yazının ahengini bozma. Sana hepimizi ilgilendiren önemli bir şey anlatıyorum. Bu bir Pazar tesellisi değil, bir Pazartesi hazırlığı. Şimdi o stetoskopu tekrar kalbimize dayayalım ve o ikinci, o en tanıdık mırıltıyı dinleyelim.

Fakat bu epik vuruşun hemen altında, stetoskop çok daha tanıdık ve huzursuz edici, boğuk bir vuruş daha duyuyor: Semih Kaplanoğlu’nun “Bağlılık Hasan” filmi. Burası, epik canavarların olmadığı, gündelik hayatın ve küçük hesapların hüküm sürdüğü yer. Buradaki Azdahak dışarıda değil, içeridedir; Hasan’ın, hacca hazırlanırken bile tarlasına dikilecek bir elektrik direği için vicdanıyla yaptığı pazarlıklarda gizlidir. Bu mırıltı, en rahatsız edici olanıdır; çünkü bize, o büyük canavarları beklerken aslında her gün kendi ruhumuzun tarlasında küçük ejderhalar beslediğimizi hatırlatıyor ve büyük adalet savaşları hayal ederken küçük adaletsizliklerle yaşadığımız o sarsıcı hakikatiyle bizi yüzleştiriyor.

Ve bu iki ritmin arasında, her şeyi kaplayan üçüncü bir tını var: bir ağıt. Mercan Dede’nin "Ab-ı Çeşm"i. Bu, sıradan bir melodi değil, bu toprakların ruhuna damıtılmış o en kadim acının, Kerbelâ Ağıtı’nın ta kendisidir. Kerbelâ, ümmet için aynı acının ortak ifadesi olmuştur. Bu ağıt, Hz. Hüseyin’in attan düşüşünü anlatmaz, o düşüş anındaki acıyı ruhumuza zerk eder. Yezid’e lanet okumaz, o lanetin ağırlığını kalbimize bir mühür gibi basar.

Bu, Feridüddin Attâr’ın eserlerinde ruhu pişiren bir lütuf olarak işlediği ve onsuz bir canın ölü sayılacağını anlattığı o kutsal ‘dert’tir; insanı hamlıktan pişiren, varlığın anlamını bir damla gözyaşına sığdıran o ilahi keder. Çünkü bu ortak gözyaşı, milleti birbirine bağlayan en mahrem harçtır; acıyı birleştiren ve o acıdan yeni bir anlam damıtan bir tesellidir.

Evet, işte ruhumuzun kalp atışının bu haftaki teşhisi şudur: Rüyalarımızda mitolojik bir tiran olan "Azdahak" ile savaşmayı özlerken, tarihimizde Kerbelâ’nın onurlu şehitlerinin o tavizsiz duruşundan ilham alıyoruz. Ama gündelik hayatımızda, küçük çıkarları için vicdanıyla pazarlık eden bir "Hasan" olmaktan da kurtulamıyoruz. Bu üç gerçeğin ortasında sıkışmış ruhumuzun aradığı teselli ise, o trajediyi anlatan bir ağıtın tınılarında gizli. Belki de asıl mesele, dışarıdaki Azdahak’ı ya da Yezid’i alt edecek kahramanı beklemek değil; içimizdeki o çiftçinin toprağını vicdanla sürmek, o kederli hasadı ilhamla kaldırmak ve boş kalan tarlaya Kerbelâ’dan miras kalan o tavizsiz duruşun tohumlarını ekmektir.