“Bizler Allah'a muhtaç fukaralarız. Allah ise zengindir.” (Fatır-15) Sonra fukara olduğumuzu unuttuk. Sonra “ahlak” sahibi olmadan "dava" diye haykırmaya başladık. Bir şey sandık kendimizi.
Hz. İbrahim oğlundan vazgeçti biz makam tutkusundan
vazgeçemedik. Hep yükselerek, mal, mülk ve itibar sahibi olarak kazanacağımızı
sandık. Ama battık!
Vazgeçerek kazanmanın
ne demek olduğunu idrak etmeden kurban pazarlarında el sıkıştık. Sonra kurban
kestiğimizi sandık. Burada da battık, batırdık!
Bir türlü yavaşlayamadık. Hızlıca geçtik hayatın üzerinden.
Hızın, hırsın, hazzın ve duyuların esiri haline gelen ruhumuzu kuruttuk.
Sonuç, ceset
torbasına dönen bedenler, gevşeyen zihin, bulanık bilinç ve yozlaşmış bir
hayat. Ve bu hayatın müdavimi haline gelen ruhsuz, heyecansız, aşksız yığınlar…
“Yine bir kurban arifesindeyiz. Ve yine düşmeden, düş
görmeden, vazgeçmeden, alçalmadan, acı çekmeden, bedel ödemeden kazanmanın ve
yükselmenin derdindeyiz” demiştim bir yazımda.
İnsan meselesinin iyice karmaşıklaştığı ve gözden
düşürüldüğü bu fetret dönemini kastetmiştim.
Evet, yüreğinden
başka muska takmayan şairlerin yurdunda yaşanan bu hazin fetret devrinden
bahsediyorum.
Şairlerin sustuğu, düşüncenin donuklaştığı, aşkın
sönükleştiği, çürümeye yüz tutmuş bu buhran çağında vazgeçecek bir İsmail’imiz
bile yok.
Güdülerin esiri
haline getirdiğimiz bu azgın nefsimizle neyi feda ettiğimizi düşünerek kurban
kesiyoruz?
Hangi düş üzerine
kesiyoruz kurbanımızı?
Ya da düşmeden, alçalmadan, vazgeçmeden, feda etmeden hangi
rüyanın peşine düşmeyi planlıyoruz?
Hayatın
karmaşıklığını, düşmanın azgınlığını, Gazze’de katledilen çocukların çığlığını
hangi bayram sevinci bastırır? Hiç düşündük mü bunu?
Böylesi korkunç bir bulanıklığın içerisinde bizi ne teskin
eder artık bilemiyorum.
Bu denli büyük acıların yaşandığı dünyada sevmeye değer ne
kaldı?
Her şey aleyhimize işliyor sevgili dostlar.
İnsan soyundan
olmayan bir yapılanmanın insan soyunu kurutmak için giriştiği bu acımız savaşta
önce zihnimizi ve ruhumuzu teslim ettik.
Asıl acı olan budur. Neden mi?
Fırından çıkmış taze
ekmek gibi tüketiyoruz gündelik beş para etmez bilgileri. Sosyal medya
mecralarında tatmin ederken ruhumuzu, hakikatin koynuna sokulduğumuzu
varsayıyoruz.
Kafası karışık, gönlü bulanık kişilikler olarak her gün bir
diğerinin mezarını kazıyoruz küçük bir kaşıkla…
Sonra yüzümüze hasret
gibi çarpınca hakikat, yaşamın saygıdeğer resmini çizemeyecek kadar çürük
omuzlarımızın olduğunu anlayınca, iç çekişlerimiz, büzülmelerimiz devreye
girince kendinde kaybolmanın düş kırıklığını yaşıyoruz.
Sevgili dostum, bugün senin de yüreğin burkuluyorsa ve bir
düş kırıklığı yaşıyorsan, dünyaya sarkıtılmış bedenini bir bahar dalına
tutturup Yusuf’un kuyusuna indirme cesaretini kendinde bulabiliyorsan, korkma
yap bunu.
Bekleyiş, umudun ham
maddesidir. Evet, sonra bekle. “Yaradan’ı kırık kalplerde bulurum” diyen
peygamberini hatırla.
Hatırlamak için de hafızanı temizle.
“İblisin talim ettiği
yola minnet eylemeyenlerin, herkes kârına giderken dünyanın varlığına tamah
etmeyenlerin” kervanına dahil olduysan bil ki artık aynı çamurun
mahsulüyüz.