​Yabancılaşma

Hegel insanın tin üreten bir varlık olarak ürettiği kültürün bir yabancılaşmaya sebep olduğunu; fakat bunun bir boyutuyla kaçınılmazlığını vurgular. Emek üzerinden konuyu ele alan Marx ise, insanın ürettikleri üzerinden kendine yabancılaşma sürecini analiz etmiştir. Hatta “bir insan Tanrı’ya ne kadar çok şey verirse, kendisine o kadar az şey kalır” sözüyle de yabancılaşmadaki dinsel boyuta değinmiştir.

Yabancılaşma “kişinin kendisi ile arasına giren her şey” üzerinden gerçekleşebilir. Yabancılaşmada her şeyden önce başta insanın kendisi olmak üzere varlık alemindeki her şeyin “kendiliği” ve “safiyeti”nin bozulması söz konusudur. Buna eşyayı tabiatının terzine zorlamak ta diyebiliriz. Yabancılaşmadan özellikle içinde yaşadığımız yüzyılda bahsedilmesini anlamlı kılabilecek belirtiler çok yüksek düzeyde seyretmektedir. Bu durum insan ile çevresi arasındaki ilişkilerin yeni baştan ve tabiatına uygun biçimde kurulmasını gerektirmektedir.

İnsan kültür üreten bir varlıktır. Maddi varlıklardan değerlere kadar varolan kültür, bir yandan insan hayatının bir düzleme oturtup kolaylaştırabilirken, diğer yandan insan üzerine artık dayanılmaz yükler de getirebilmektedir Meselâ, evimizde ve çevremizde kullandığımız eşyalar insanın ürettiği kültürün birer parçasıdır. Belki bir kısmıyla hayatımızı kolaylaştırıcı işlevleri bulunmaktadır. Fakat tek işlevleri bu olmayıp, aynı zamanda statü ve sahip olma göstergesi haline de dönüşürler. Bir müddet sonra bu eşyaların ne anlama geldiği üzerinde düşünülmez olur ve insanların tek hedefi eşyaları elde etmek haline geldiğinde yabancılaşma kaçınılmaz bir şekilde insan hayatına girer.

Bunu günümüzde söz gelimi yeni evlenen insanların alışveriş ve borç davranışlarında rahatlıkla gözlemlemekteyiz. Bugün yeni evlenenler eşyalara baştan sahip olmak üzere ciddi anlamda borçlanmaktadırlar. Hatta eşya, ev, araba derken neredeyse insanın tüm hayatı borç ödemekle geçmektedir. Bunların bir kısmını temel ihtiyaçlardan saysak bile, önemli bir kısmı insan özgürlüğünü rehin alan borçlar olup insanı hayat ve kendisine yabancılaştırmaktadır. Burada insan niçin dünyada bulunduğunu unutup “sahipliğe” kendisini adamakta ve ömrü böyle geçmektedir.

Meselâ; bugün ev ve araba bir ihtiyaç olmasının ötesinde “tüketim” bağlamında özel bir statü ve kimlik göstergesi haline gelmiştir. Ev ve araba elbette insan için temel ihtiyaçlardandır. İslam literatüründe bu hacet-i asliye şeklinde ifade edilir. Ancak durmadan ev, araba, mekanik aletler değiştirmek ve sadece bunlar için harcanacak parayı kazanmaya hayatını koşullamak bir yabancılaşma değilse nedir?

Din bu yabancılaşmayı aşmak üzere potansiyel imkanlar taşımaktadır. Potansiyel imkanlar diyorum; çünkü dinle yabancılaşmayı aşmak otomatik bir işlem değildir. Dinlerin insanın varoluşu hakkındaki perpsektifleri, insanın kendisi ve dünyanın mahiyeti hakkında yaratmaya çalıştığı farkındalık kutsal kitap ve peygamberlerin sürekli uyarıları arasındadır. Bu sebeple dinler, Fromm’un ifadesiyle “sahip olma” değil “olma”ya dikkat çeker ve insanları teyakkuzda tutmak isterler.

Ancak din de insan için bu amacının dışına çıktığında yabancılaştırıcı bir unsur olabilir. Her şeyi Tanrı’ya vekalet edip kendi öznelik rolünü erteleyen, kendi yetilerini geliştirmeyen, görev ve sorumluluklarını yerine getirmediği gibi bunu dinle olumlayanlar giderek hayata yabancılaşırlar. Yine insanlar arasında hukuk, adalet, paylaşım vb. unsurlardaki dengesizlikleri dini söylemlerle meşrulaştıranlar aslında dini insan için yabancılaştırıcı bir unsur haline getirmektedirler.

Ben ilk başa dönerek, insanın tekrar kendisi, dünya ve Tanrı ile irtibatını gözden geçirmesinin faydalı olacağını düşünüyorum.