Şehir… Işıkları var ama sıcaklığı yok. Kalabalığı var ama insanı yok. Hayat hızlı adımlarla geçip gidiyor yanımızdan, biz ise dokunamıyoruz bile ona. Var olduğunu biliyoruz ancak varlığından habersizmişiz gibi davranıyoruz. Nefes alıp vermekten başka bir emaresi yok yaşadığımızın. Adeta bir robot gibi yaşıyoruz. Teknoloji çağının bir objesi gibiyiz bu hayatta.
Beton kulelerin gölgesinde, ruhumuzu tüketen bir hengâmenin ortasında herkes kendi yalnızlığının figüranı, birbirinden habersiz. Peki biz bu kalabalığın neresindeyiz?
Her gün yüzlerce yüz görüyoruz, yanından sessiz sedasız geçip gittiğimiz. Metroda, otobüste, çarşıda, iş yerinde… Ama kaçının gözünün içine bakıyoruz? Kaçının sesini duyuyoruz? Kaçının acısını hissediyoruz? Birbirimizin yanından geçiyoruz, ama birbirimizin içinden geçemiyoruz. Birbirimize çarpıyoruz, ama birbirimize dokunmuyoruz. Kendi vardığımızdan dahi habersizken kaçının varlığından haberdarız?
Sabahları kalabalık bir otobüste herkes aynı manzarayı yaşıyor: Kulaklıklar takılı, gözler ekrana sabitlenmiş. Kimse kimsenin varlığını fark etmiyor. Yanımızda oturan insanın gözyaşına sağır, hüznüne kör, derdine umarsız bir halde geçip gidiyoruz insanların hayatından. Hedefine güdümlenmiş füze misali gözlerimiz telefondaki hayatlara kilitlenmiş.
Ekranlarla çevrilmiş bir çağdayız. Avucumuzda küçücük bir ekran, içinde koca bir dünya. Fakat o dünya bize sahte bir huzurdan başka ne veriyor? Gerçeklik parmağımızın ucunda kayıyor, hakikat bir “bildirim sesi”ne indirgeniyor.
“Anda kalmak” diye pazarlanan şey, aslında zamanı tüketmenin modern adı değil mi? Oysa anda kalmak, anı yaşamak değil; zamanı anlamak, zamanı derinleştirmekti. Bizse ikinci günümüz yokmuş gibi yaşıyoruz. Ve “iki günü eşit olan zarardadır” uyarısını kulak ardı ediyoruz.
Birlik sloganlara hapsoldu. “Ya birlik olacağız ya da birlikte yok olacağız” diyoruz. Peki koca dünyayı sığdırdığımız balkonlardan paylaşılan mesajlarla hangi birlik sağlanır? Telefon ekranından dünyaya açılan sözler, gerçekten kalplere dokunur mu? Kalabalıklar içinde bağırıyoruz ama yankımız kendi odamızdan öteye taşmıyor.
Şimdilerde burun kıvırarak baktığımız müstakil evlerimiz vardı. Bahçesi olan, kapısının önünde çocuk sesleri, mütebessim hayatlarla dolu sokakları, aza kanaat eden huzurlu günlerin olduğu, mahalle kültürünü iliklerimize kadar yaşadığımız mutlu zamanlarımız vardı. Betonun soğukluğuna teslim ettiğimiz çocukluk hayalleri olarak kaldırıldı mazinin tozlu raflarına.
Birbirine evini emanet eden komşulardan geriye birbirine yabancı komşular kaldı. Bütün değerlerin zedelendiği gibi bugün güven de zedelendi ve kapının önüne ayakkabı koymaya korktuğumuz zamanlara ulaştık.
Akşamları apartmanlara girdiğimizde herkes kapısını hızla kapatıyor şimdi. Selam yerine sessizlik, gülümseme yerine kilit sesi. Komşuluğun yerini yan yana yaşamak aldı. Yüksek katlardan göğe bakabiliyoruz ama birbirimizin yüzüne bakamıyoruz. Selam dahi vermeden geçip gidiyoruz insanların hayatından.
İnsanlar birbirine yaklaşsın diye bitişik nizam evler yaptık. Oysa kalplerimizi birbirinden uzaklaştırdık. Mesafeler kısaldı, selamlar azaldı. Charles Dickens'in dediği gibi, "Onca kalabalığa rağmen bu nasıl bir yalnızlık" demekten kendini alamıyor insan.
Peki bu yalnızlık nereye kadar? Daha ne kadar sloganlarla avutacağız kendimizi? Daha ne kadar huzuru beton duvarlarda arayacağız? Daha ne kadar birbirimize selam vermeden geçip gideceğiz birbirimizin hayatından?
Kalabalıklar artıyor, ama sesimiz küçülüyor. Binalar yükseliyor, ama gönüllerimiz alçalıyor. İnsanlar çoğalıyor, ama dostluk eksiliyor. Şehir büyüyor, ama biz küçülüyoruz.
Merhum Üstad Sezai Karakoç'un “Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık! / Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.” dizelerinde dediği üzere böyle giderse bu yalnızlığımız toprakta son bulacak.
Her yanımız insanlarla dolu, ama hepimiz yapayalnızız.
Yalnızım, yalnızsın, yalnız! Yalnızız, bildiğiniz yalnız!
Kendi yalnızlığımızın kalabalığında hepimiz yalnızız!