Fetihler Sultanı Fatih Sultan Mehmet Han'ın İstanbul'u fethetmesiyle Orta çağ kapanarak Yeni Çağın kapıları aralandı. Batının temsili Bizans, tarihten silinerek Anadolu tam anlamıyla İslam Yurdu oldu.
Savaş meydanında yenilen ve dünyanın merkezi Anadolu’dan çıkarılan Batı, yeni çözüm arayışlarına yöneldi. Başka yönlerde kendine çıkış yolları aradı.
Pusulanın kullanım alanının yaygınlaşmasıyla denizaşırı seferler düzenlemeye başladılar. O günden sonra pusulanın kırmızı ucu artık kuzeyi değil Doğunun zenginliklerini gösterdi. Bu da beraberinde sömürgeciliği, merkantilizmi, köleliği, vahşeti ve ölümü getirdi ve o çağın adına da “Keşifler Çağı” dendi. Zehir altın kâsede sunulunca içilmesi de kaçınılmaz oldu.
Çağın adı “Keşifler Çağı”ydı; ama keşfedilen şey haritadaki yeni yerlerden ziyade insanın içindeki hırsın derinliğiydi.
Rüzgârda sürüklenen gemiler yeni kıtalara yelken açarken aynı zamanda vicdanın rotasından da uzaklaşıyordu. Coğrafî keşifler kıtaları birbirine bağlarken insanla insanın, medeniyetle ahlakın arasındaki uçurumu da açıyordu.
Altının parıltısıyla gözü kamaşan Batı, değerlerini bir tarafa bırakarak kendisine yeni bir inanç yarattı: mülkiyet ve sahip olma inancı.
Artık kurtuluş, inançla değil, kazançla ölçülüyordu. “Değer nedir” sorusu yerini “Değeri ne kadar” sorusuna bıraktı. Kutsalın yerini madde almaya başladı. Bu, insanın kendi içindeki inancı tahttan indirmesiydi.
“Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekarı, meyveler herkesindir, toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.” Rousseau’nun bu sözünü çok geç anladık.
İşte o çit, 15. yüzyılda kıtalar arası bir duvara dönüşürken bugünün işgalinin çerçevesini belirledi. Coğrafi keşifler kıtalar arasındaki mesafeyi ortadan kaldırıp köprüler kurarken insanlar arasında derin uçurumlara neden oldu.
Sömürgecilik, sadece toprak işgali değildi; insanın anlam dünyasına da yapılan bir saldırıydı. Diller susturuldu, kültürler silindi, inançlar yerinden söküldü. Haritalar genişledikçe ruh daraldı. Batı medeniyeti kendine “uygarlık” derken, başkalarının hikâyesini sessizleştiriyordu. Oysa uygarlık, keşif değil, birlikte var olmanın adıdır. Her keşifte biraz insanlık kayboldu; çünkü sömürgecilik, gücün iktidarını oluşturdu. Güç, adaletin yerine geçtiği noktada hak oradan çoktan uzaklaşır.
Merkantilizm, bu düzenin ekonomik yüzüydü. Devletler zenginliği biriktirdikçe, insanlar yoksullaştı. Altın sandıkları doldukça vicdan kasaları boşaldı. Para, hem inancın hem de ahlakın yerine geçti. İnsani değerlerin yerine sermayeyi ölçen endeksler ikame edildi. “Ne kadar üretirsen, o kadar varsın” diyen bir çağda, insan varlığı üretimle değil, tükettikleriyle tanımlandı. Tüketen insan, kendi anlamını da yuttu. Sosyolojinin yerini ekonomi bilimi aldı.
Bugün o çağın devamını yaşıyoruz. Sömürge gemileri yerini big dataya, tüccarlar yerini çokuluslu şirketlere bıraktı. Modern çağın denizleri internet; gemileri, 0 ve 1 temelli kodlarla örülü algoritmalar. Eskiden madenler kazılırdı, şimdi kripto madenciliğiyle zihinler, boşa harcanan zamanlar kazılıyor. Eskiden altın ararlardı, şimdi veri çağında enformasyon ve kişisel bilgiler aranıyor. İnsan artık bir istatistikten ibaret.
Artık savaşlar kılıçla değil kredi kartlarıyla yapılıyor. Yeni çağın köleleri zincirle ve zorla değil, teknolojik körlüğün ana nedeni ekran ışığıyla köleleştirildi. Ve ironiktir ki, bu kölelik insanın kendi rızasıyla yaşanıyor.
Nietzsche, “Tanrı öldü” derken, kim bilir ahlakın ve inancın, ekonomik tanrılara kurban edilişini anlatmaya çalışıyordu. O bunu dedikten sonra artık borsalar mabet, yatırım danışmanları hoca, kredi sözleşmeleri umut kapısı ve dua olarak görülmeye başlandı. Herkes kendi kâr payının hesabını yapar oldu. Böyle olunca da insan, paranın kutsal dairesinde kendini kutsanmış sandı.
Maalesef bugün insan kendi ürettiği nesnenin kölesi hâline geldi. Eşya, kullanılacak bir meta olması gerekirken kutsanılacak bir forma dönüştürüldü. Eşya bizim hizmetimize sunulması gerekirken biz eşyanın hizmetçisi olduk.
Sömürgeciliğin zihinsel bir form haline gelmesiyle modern insan, kendi tercihini seçtiğini zannederken aslında önceden programlanmış bir seçimi onaylıyor. Özgürlük, en kurnaz illüzyonuna bürünmüş durumda. “Seçim” dediğimiz şey, yalnızca zincirin rengini belirlemekten ibaret.
Bu dünyada artık kimse Afrika’yı işgal etmiyor; ama Afrika’nın zenginliği hâlâ batı kasasını şişirirken batının çürümüş kültürü doğunun hayallerini süslüyor.
Toprak sömürgeciliği yerini kültür sömürgeciliğine bıraktı. Artık toprak değil toplum işgal ediliyor. Beden özgür görünüyor ama ruh esir. Kendi hikâyesini başkalarının kelimeleriyle anlatan insan, kendi medeniyetinden sürüldüğünü fark bile edemiyor.
Oysa gerçek keşif, dış dünyayı değil, iç dünyayı anlamakla başlar. Coğrafî keşifler belki dünyayı aydınlattı; ama insanın içindeki karanlık dehlizler hâlâ keşfedilemedi.
Belki insanlık bozuk bir pusulaya bakıyor yüzyıllardır. O pusula, hep “kuzey”e dönüyor ama asla “iyiliğe” dönmüyor.
Belki de yeni bir çağ, ancak şu cümle yeniden anlam kazandığında başlayacak: “Keşif, sahip olmak değil, anlamaktır.” Çünkü anlamayan insan, sahip olduğu her şeyin kölesidir.
Kızılderili Atasözü olan “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.” sözü en diri haliyle bugün hala mevcudiyetini koruyor. Pusulanız bozuksa varacağınız hiçbir liman sizin kurtuluşunuz olmayacaktır.
Sözlerin en hakikati olan Yüce Allah'ın sözü ile yazımızı noktalayalım:
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadid Suresi, 20. Ayet)