Yapay zekâ Ankara için kırmızı alarm mı yeşil ışık mı?

Ufukta beliren, sadece yeni bir günün müjdecisi mi, yoksa tarihin tekerrürüne gebe, tanıdık gölgelerin farklı bir kisveyle üzerimize doğru usulca süzülüşü mü? Bugün Ankara’da, büyük umutlar ve bir o kadar da derin endişelerle kapılarını aralayan “AI Tomorrow Summit” , sadece bir teknoloji şöleni olmanın çok ötesinde, tüm bir milletin, hatta insanlığın kaderini ilgilendiren can alıcı soruları vicdanlarımızın tam ortasına bırakıyor. Yapay zekâ denen bu akıl almaz güç, insanlığa vaat edilmiş yeni bir altın çağın kapılarını mı aralayacak, yoksa farkına dahi varamadığımız, modern zamanların en sinsi esaret biçimlerinden birinin, yeni bir dijital sömürge düzeninin tekinsiz habercisi mi olacak? Bu zirve, şık sunumların, parlak fikirlerin ve teknik jargonun ötesinde, Türkiye’nin bu tarihi dönemeçte nerede durduğuna, hangi limana demir atmak istediğine ve en önemlisi nasıl bir geleceğe yelken açacağına dair samimi bir vicdan muhasebesi için de bir milat olmak zorundadır.  

Bugün Ankara'da yankılanacak olan, yapay zekânın sanayiden tarıma, ekonomiden milli kalkınmaya dek her alanda ülkemize çağ atlatacağına dair iddialı beyanatları, zirvenin en yetkili ağızlarından işiteceğimiz muhakkak. Milli teknoloji hamlesinin yeni bir zirvesi, verimlilikte devrim, tarımsal üretimde bereket, sanayide küresel rekabette öne fırlayış gibi başlıklar, şüphesiz ki bu önemli buluşmanın ana temalarını oluşturacaktır. Bu vizyoner konuşmalar, elbette ki bir umut ve heyecan dalgası yaratacaktır; zira kim istemez ki ülkesinin teknolojinin sunduğu nimetlerden azami ölçüde faydalanmasını?  

Ancak, bu parlak gelecek tasvirlerinin ve teknolojik ilerleme coşkusunun arasında, o can alıcı, o hayatî soruların güme gitmemesi, rakamların ve vaatlerin gölgesinde kalmaması elzemdir. “Kırmızı alarm mı, yeşil ışık mı?” diye sorduğumuz bu temel ikilem, tam da bu noktada daha da keskinleşiyor. Evet, yapay zekâ bir “yeşil ışık” olabilir; tarımda toprağın her bir karışını daha verimli kılabilir, fabrikalarda üretimi katlayabilir, ekonomiye yeni bir soluk getirebilir. Lakin bu yeşil ışığın ardında, kontrolsüz bir hızla ilerlerken fark edemeyeceğimiz hangi “kırmızı alarmlar” gizli? Bu teknolojinin nimetleri adil bir şekilde paylaşılecek mi, yoksa *“Borsa şifreleri ve rakamların ötesi”*nde olduğu gibi, kazanç yine belirli ellerde mi toplanacak, yeni eşitsizliklerin ve dijital uçurumların habercisi mi olacak? İstihdam piyasaları bu devasa dönüşüme nasıl ayak uyduracak; milyonlarca insan işsiz kalma korkusuyla mı yaşayacak? Ve en önemlisi, bu “akıllı” sistemlerin direksiyonunda kim oturacak; milletin iradesi mi, yoksa “kitlelerin gölgesindeki küresel aktörlerin” görünmez çıkarları mı?  

Bu yeni çağın en çarpıcı ve belki de en ürkütücü veçhelerinden biri, yapay zekânın insanları ikna etme, yönlendirme ve hatta manipüle etme kabiliyetindeki baş döndürücü, neredeyse insan aklının sınırlarını zorlayan artış. Öyle ki, yapılan son araştırmalar, yapay zekâ sistemlerinin, en karmaşık tartışmalarda dahi insanlardan “yüzde 64 daha ikna edici” olabildiğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu durum, sıkça sorguladığımız, “ötedeki gerçekler! Bize anlatılmayan ne var?” diye merak ettiğimiz, o sis perdesinin ardındaki hakikat arayışımızı daha da derinleştiriyor, daha da acil kılıyor. Kamuoyu nasıl şekillenecek, kolektif bilinç hangi görünmez eller tarafından yoğrulacak, demokratik süreçler bu yeni nesil “ikna makineleri” karşısında ne kadar güvende kalabilecek? Bilginin ve hakikatin kontrolü, hangi odakların, hangi ajandaların eline geçecek? Bu sorular, sadece teknik birer mesele olmanın fersah fersah ötesinde, derin bir ahlaki, felsefi ve varoluşsal sorgulamayı da kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyor.  

Peki, Türkiye, bu yeni ve karmaşık denklemin neresinde konumlanacak? Bu devasa teknolojik dalganın karşısında sadece pasif bir izleyici, küresel teknoloji devlerinin ürettiği algoritmaların ve uygulamaların edilgen bir pazarı mı olacağız? Yoksa, kendi kaderini tayin etme iradesini gösteren, “geleceği yeniden yazmak” azmiyle hareket eden, proaktif, şekillendirici ve aktif bir özne mi olacağız? Unutulmamalıdır ki, yapay zekâ politikaları geliştirmek, sadece teknolojik altyapı kurmaktan, veri merkezleri inşa etmekten ya da yazılım ithal etmekten ibaret değildir. Asıl ve en kritik mesele, bu muazzam gücü milli menfaatlerimiz, köklü kültürel değerlerimiz, toplumsal hedeflerimiz ve en önemlisi insanımızın refahı doğrultusunda nasıl şekillendireceğimiz, nasıl yöneteceğimiz ve nasıl denetleyeceğimizdir. Aksi takdirde, “dijital sömürge” haline gelme tehlikesi, sadece bir komplo teorisi veya distopik bir senaryo olmaktan çıkıp, acı ve geri dönülmez bir gerçeğe dönüşebilir.  

Ankara'daki zirve , bu hayati ve ertelenemez tartışmalar için şüphesiz önemli bir platform, bir başlangıç noktası sunuyor. Ancak bu zirve, bir son değil, ancak ve ancak uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ilk adımı olabilir. Yapay zekânın getirdiği meydan okumalar ve sunduğu eşsiz fırsatlar, sadece dar uzman çevrelerinde, kapalı kapılar ardında veya bürokratik koridorlarda değil, toplumun tüm katmanlarında, en geniş yelpazede, açık, şeffaf ve sürekli bir müzakereyle ele alınmalıdır. Üniversitelerden sivil toplum kuruluşlarına, sanayicilerden esnafa, öğretmenlerden öğrencilere, her bir ferde kadar herkesin bu tarihi süreçte söyleyecek bir sözü, üstlenecek bir sorumluluğu ve katacağı bir değer vardır. Geçmişte sıkça irdelediğimiz “cesaretin ve korkunun sınırları” mefhumu, bugün bu yeni teknoloji karşısında da geçerliliğini koruyor. Yapay zekâya hem yeni ufuklar açacak bir cesaretle yaklaşmalı, hem de olası tehlikelerine, karanlık dehlizlerine karşı basiretli, öngörülü ve daima uyanık bir korkuyla teyakkuzda olmalıyız.  

Zira unutmayalım ki, bugün atacağımız her bir adım, alacağımız her bir karar, yarının Türkiye’sinin bu yeni ve baş döndürücü çağdaki yerini, rolünü ve kaderini belirleyecektir. Yapay zekânın sunduğu akıl almaz imkânları; akıl, vicdan, ahlak ve milli bir şuur süzgecinden geçirerek yönetebilirsek, bu teknoloji milletimiz için tarihi bir sıçrama tahtası, yeni bir yükseliş vesilesi olabilir. Ancak rehavete kapılır, eleştirel düşünme melekemizi köreltir, “Bize bir şey olmaz” yanılgısına düşer ve bu muazzam gücün kontrolünü ve yönlendirmesini başkalarının insafına bırakırsak, o zaman bir zamanlar betimlediğimiz “meyus bir dönemin hayalet kefeni” bu kez dijital bir surette, çok daha sinsi ve kuşatıcı bir biçimde karşımıza dikilebilir. Seçim bizimdir: Ya aklımızla ve irademizle geleceğin efendisi olacağız ya da kendi ellerimizle inşa ettiğimiz bir dünyanın gölgesinde kaybolanlardanKarar anı, işte tam da bu andır.