Dolar (USD)
32.37
Euro (EUR)
34.94
Gram Altın
2323.66
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

23 Ocak 2022

​60'lar..

Türkiye’nin, bir nesilde nerden nereye geldiğini anlatacağım. İstedim ki, kayıtlara geçsin, sahip olunanların değeri bilinsin.

Kadınhanı, Konya’yı İstanbul ve Ege’ye bağlayan Anadolu’nun en yoğun karayolu güzergahında Konya’dan sonraki ilk ilçedir. Anayol güzergahında olması nedeniyle, Konya ve İstanbul ile sıkı irtibatlıdır. Her iki ile demiryolu ile de bağlantılıdır. Yani Dünya’ya açık bir ilçe olup, geniş, verimli ovaları nedeniyle güçlü tarım girdisi, canlı bir ticari hayatı vardır. Anadolu’nun ücra bir köşesi değildir.

Karayolu güzergâhı Kadınhanı’nın tam ortasından geçer. O zamanlar, henüz çevreyolu diye bir kavram yoktur. Kamyonlar, otobüsler ilçenin ortasından geçer, dururlar. İşte o işlek yola halk “susa” derlerdi, “şose”nin yerel söylenişiydi. Yani yol asfalt değil şosedir, şimdiki anlamda stabilizedir. Türkiye, ülkenin şah damarı bir anayol güzergahını o tarihlerde henüz asfaltlayamamıştır.

60 km’lik Konya-Kadınhanı yolu, her tümseğe çıkarak, her çukura inerek, yolculuk boyunca bu iniş çıkışlarda lunaparktaymışsınız gibi içiniz uçarak, her tarlanın etrafından dolanarak seyrederdiniz. Şimdi olduğu gibi çukurlar doldurulup, tümsekler tıraşlanarak dümdüz yollar henüz bilinmiyordu.

İlçenin bütün sokakları taş devrinde nasılsa öyleydi. Sokaklara ancak 70’lere doğru taş döşendi. 60’larda sokaklar yaz aylarında pudra gibi bileğinize kadar toz kaplanırdı. Toprak yol, gelen geçen arabalardan, koyun, inek sürülerinden pudralaşırdı. Sokaklardan geçen araçların az bir kısmı, belki beşte biri motorlu vasıtalardı. Çoğunluk at arabası, bazen kağnıydı.

Sokakları kaplayan pudralaşmış toprak, kış aylarında çamur deryasına döner, yürürken ayak bileğinize kadar çamura gömülmemek için her adımınızı hesaplayarak atmanız gerekirdi.

İlçedeki bütün evler kerpiçten, yani kurutulmuş, şekil verilmiş samanlı çamurdan yapılmıştı. 1973 yılında Orta Doğu Teknik Üniversite’sinin giriş sınavında “kerpiç” soruları zeka sorularından biriydi! “Kerpiç daha dayanıklı hale aşağıdaki işlemlerden hangisi ile getirilir” diye sormuşlardı. İstanbul çocukları bu soruda çuvallamış olmalıydılar!

Hemen hiçbir evde çatı yoktu. Yağmur yağdığında düz toprak damlar su geçirir, odalara tıp tıp su damlar, yerlere leğenler, tabaklar konurdu. Odanın içinde yağmur damlamayan yer arardınız.

Bahar geldiğinde toprak damlarda diz boyu otlar biter, otlar erkenden sökülmezlerse, ot köklerinden yağmurlar evin içine daha bir hızla ve kolayca ulaşırdı. Ot bitmesin diye toprak damlara bolca tuz serpilirdi.

Odalarda taban tahtası yoktu. Toprak zeminin üzerine hasır açılır, hasırın üzerine de keçe ya da kilim serilirdi. Halı pek nadir olup, ekonomik statü göstergesi idi.

Kar yağdığında toprak damlardan karlar kürünür, sokaklara dağ gibi karlar yığılırdı. Anadolu’nun “Biyolojik Öztürk”leri “kar kürümek” derler, “küremek” demezlerdi. Nasıl ki sürümek, yürümek, bürümek dendiği, süremek, yüremek, büremek denmediği gibi… “Küremek” zannedersem İstanbul lehçesine İstanbul’un Rum, Ermeni, Yahudi azınlıkların bozuk Türkçe telaffuzlarından geçmiş olmalıdır.

Sobalarda yavşanak isimli pek eğri büğrü, salkım saçak kabuklu, tarçın renkli odun yakılırdı. Yavşanak, galiba civar dağların makileriydi. Anne annemin, “kara bir taş varmış, yanarmış, odun yerine yakılırmış” dediğini hatırlıyorum. Babam ilk kömürü sobaya attığında “taş”ın yanışını hayretle izlemişti.

Hiçbir evde su yoktu. Evin su ihtiyacı sokaklardaki çeşmelerden, kenar mahallelerde ise kuyulardan sağlanırdı. Sokak çeşmelerinin muslukları kış aylarında donmasın diye sürekli açık bırakılır, çeşmenin etrafında Pamukkale travertenleri gibi buzullar oluşur, çeşmeye ulaşmak cesaret ve cambazlık isterdi. Yaz aylarında hanımlar sokak çeşmelerinde magazin yaparlardı.

Bakkallarda çocuklar için sadece leblebi ve kuru üzüm satılırdı. Bunlardan birinden 10 kuruşluk aldığınızda bakkal “cebini aç” der, küçük ellerinizle açtığınız cebinize aldığınız üzüm ya da leblebiyi doldururdu. Poşet henüz icat olmamıştı, kese kâğıdı böyle küçük alışverişler için kullanılacak kadar bol değildi.

Çocuklara harçlık verilen en büyük para 25 kuruştu. Tedavüldeki en küçük para 2,5 kuruş olup ortası delik olduğu için, çocuklar “delikli para” derlerdi. Delikli paranın diğer adı yüz para idi. Çünkü bir kuruş, 40 para idi.

Okullarda sınıflar soba ile ısıtılırdı. Okulun kapısında sadece ay çiçek, mevsiminde alıç, muşmula satılırdı. Okul kapısının karşısındaki bakkal çeyrek ekmek içine 5 zeytin ya da bir lokum koyarak 25 kuruşa satardı. Bunlardan birini yiyebilmek, öğrenciye haftanın ya da ayın morali olurdu.

Öğrencilerin giydiği siyah önlükleri terziler dikerdi. Okul çantalarını bazı aileler marangozlara yaptırırlardı. Plastik çantalar tek tüktü.

Elbiselerde yama sıradandı. “Yamalı gezmek ayıp değil, yırtık gezmek ayıp” sözü bir atasözü gibi pek tekrarlanır, sanki yamanın mahcubiyetinden teselli bulunurdu. O insanlar bir zamanlar yırtık gezmenin moda olacağını ne bilsinlerdi!

İlçedeki evlerin çok az bir kısmında, muhtemelen dörtte birinde elektrik vardı. Elektrik, sadece akşam güneş batarken gelir, gece 11.00’de üç kere yanıp söndükten, yerel tabirle “işaret verdikten” kısa süre sonra kesilirdi.

Aydınlanma genel olarak gaz lambaları ile sağlanırdı. Gaz lambalarında gazyağı yakılırdı. Kilimin üzerine konan gaz lambasına doğru yüzüstü uzanır, ödevlerinizi öyle yapardınız. Evlerde sehpa, iskemle nadirdi. Gaz yağı, boynuna ip bağlanmış cam şişelerle çarşıdan eve getirilir, şişeler boynundaki ip parmağa geçirilerek taşınırdı.

Kasaplarda buzdolabı yoktu. Buzdolabı henüz ilçeye hiç ulaşmamıştı, zaten elektrik sürekli değildi. İlçedeki bir-iki kasap günübirlik kesim yapar, etleri tel dolaplarda asarak sineklerden sakınır, kısa sürede satamazlarsa etleri bozulur, telef olurdu.

Et rutin tüketilen yiyeceklerden değildi, ortalama alım gücünün çok üzerindeydi. Ahali zorunlu olarak vejeteryandı. Et ancak kurban bayramlarında yeterince yenebilirdi. 50 yaşını geçenler pirifani sayılırdı.

Sebze meyve ancak cumartesi günleri kurulan pazardan sağlanırdı. Halkın ancak yarısından azı pazara çıkabilir, alabildikleri sebze meyve birkaç günde tüketilir, kıt kanaat imkanlarla, bulgur, erişte, tirit, papara ile hafta tamamlanırdı. Günün rutininde kahvaltı yoktu.

Yamru yumru elmalar çok delikli, portakallar limondan daha ekşi ve bol çekirdekliydi. Kirazlar yarı yarıya kurtlu, en büyüğü çocuk kafasından biraz daha büyükçe karpuzların ikisinden birinin içi salatalık gibi yemyeşil olurdu, karpuz “ham çıktı” denirdi.

Kasabada eczane yoktu, tek pratisyen doktor vardı. Muayenehanesinin önünde at arabası kuyrukları uzar, üzeri açık, derme çatma arabalarda, rengarenk yorganlar içinde alınlarına eşarp bağlamış, inleyen, kıvranan, kusan hastalar yatardı.

50’lerin sonları ile 60’ların başlarında, cumhuriyetin 40’ncı yıllarında Orta Anadolu’da manzara buydu.

 
ABONE OL
Deniz feneri detay
Deniz feneri detay
Kızılay 160x600
TDV ramazan