60'lar..
Türkiye’nin, bir nesilde nerden nereye geldiğini anlatacağım. İstedim ki, kayıtlara geçsin, sahip olunanların değeri bilinsin.
Kadınhanı,
Konya’yı İstanbul ve Ege’ye bağlayan Anadolu’nun en yoğun karayolu güzergahında
Konya’dan sonraki ilk ilçedir. Anayol güzergahında olması nedeniyle, Konya ve
İstanbul ile sıkı irtibatlıdır. Her iki ile demiryolu ile de bağlantılıdır.
Yani Dünya’ya açık bir ilçe olup, geniş, verimli ovaları nedeniyle güçlü tarım
girdisi, canlı bir ticari hayatı vardır. Anadolu’nun
ücra bir köşesi değildir.
Karayolu
güzergâhı Kadınhanı’nın tam ortasından geçer. O zamanlar, henüz çevreyolu diye
bir kavram yoktur. Kamyonlar, otobüsler ilçenin ortasından geçer, dururlar.
İşte o işlek yola halk “susa” derlerdi,
“şose”nin yerel söylenişiydi. Yani
yol asfalt değil şosedir, şimdiki anlamda stabilizedir. Türkiye, ülkenin şah
damarı bir anayol güzergahını o tarihlerde henüz asfaltlayamamıştır.
60
km’lik Konya-Kadınhanı yolu, her tümseğe çıkarak, her çukura inerek, yolculuk
boyunca bu iniş çıkışlarda lunaparktaymışsınız gibi içiniz uçarak, her tarlanın
etrafından dolanarak seyrederdiniz. Şimdi olduğu gibi çukurlar doldurulup,
tümsekler tıraşlanarak dümdüz yollar henüz bilinmiyordu.
İlçenin
bütün sokakları taş devrinde nasılsa öyleydi. Sokaklara ancak 70’lere doğru taş
döşendi. 60’larda sokaklar yaz aylarında pudra gibi bileğinize kadar toz kaplanırdı.
Toprak yol, gelen geçen arabalardan, koyun, inek sürülerinden pudralaşırdı. Sokaklardan
geçen araçların az bir kısmı, belki beşte biri motorlu vasıtalardı. Çoğunluk at
arabası, bazen kağnıydı.
Sokakları
kaplayan pudralaşmış toprak, kış aylarında çamur deryasına döner, yürürken ayak
bileğinize kadar çamura gömülmemek için her adımınızı hesaplayarak atmanız
gerekirdi.
İlçedeki
bütün evler kerpiçten, yani kurutulmuş, şekil verilmiş samanlı çamurdan
yapılmıştı. 1973 yılında Orta Doğu Teknik Üniversite’sinin giriş sınavında “kerpiç” soruları zeka sorularından biriydi!
“Kerpiç daha dayanıklı hale aşağıdaki
işlemlerden hangisi ile getirilir” diye sormuşlardı. İstanbul çocukları bu
soruda çuvallamış olmalıydılar!
Hemen
hiçbir evde çatı yoktu. Yağmur yağdığında düz toprak damlar su geçirir, odalara
tıp tıp su damlar, yerlere leğenler, tabaklar konurdu. Odanın içinde yağmur
damlamayan yer arardınız.
Bahar
geldiğinde toprak damlarda diz boyu otlar biter, otlar erkenden sökülmezlerse,
ot köklerinden yağmurlar evin içine daha bir hızla ve kolayca ulaşırdı. Ot
bitmesin diye toprak damlara bolca tuz serpilirdi.
Odalarda
taban tahtası yoktu. Toprak zeminin üzerine hasır açılır, hasırın üzerine de
keçe ya da kilim serilirdi. Halı pek nadir olup, ekonomik statü göstergesi idi.
Kar
yağdığında toprak damlardan karlar kürünür,
sokaklara dağ gibi karlar yığılırdı. Anadolu’nun “Biyolojik Öztürk”leri “kar kürümek”
derler, “küremek” demezlerdi. Nasıl
ki sürümek, yürümek, bürümek
dendiği, süremek, yüremek, büremek
denmediği gibi… “Küremek” zannedersem İstanbul lehçesine İstanbul’un Rum,
Ermeni, Yahudi azınlıkların bozuk Türkçe telaffuzlarından geçmiş olmalıdır.
Sobalarda
yavşanak isimli pek eğri büğrü, salkım saçak kabuklu, tarçın renkli odun
yakılırdı. Yavşanak, galiba civar dağların makileriydi. Anne annemin, “kara bir
taş varmış, yanarmış, odun yerine yakılırmış” dediğini hatırlıyorum. Babam ilk
kömürü sobaya attığında “taş”ın yanışını
hayretle izlemişti.
Hiçbir
evde su yoktu. Evin su ihtiyacı sokaklardaki çeşmelerden, kenar mahallelerde ise
kuyulardan sağlanırdı. Sokak çeşmelerinin muslukları kış aylarında donmasın
diye sürekli açık bırakılır, çeşmenin etrafında Pamukkale travertenleri gibi
buzullar oluşur, çeşmeye ulaşmak cesaret ve cambazlık isterdi. Yaz aylarında
hanımlar sokak çeşmelerinde magazin yaparlardı.
Bakkallarda
çocuklar için sadece leblebi ve kuru üzüm satılırdı. Bunlardan birinden 10 kuruşluk
aldığınızda bakkal “cebini aç” der, küçük
ellerinizle açtığınız cebinize aldığınız üzüm ya da leblebiyi doldururdu. Poşet
henüz icat olmamıştı, kese kâğıdı böyle küçük alışverişler için kullanılacak
kadar bol değildi.
Çocuklara
harçlık verilen en büyük para 25 kuruştu. Tedavüldeki en küçük para 2,5 kuruş
olup ortası delik olduğu için, çocuklar “delikli
para” derlerdi. Delikli paranın diğer adı yüz para idi. Çünkü bir kuruş, 40
para idi.
Okullarda
sınıflar soba ile ısıtılırdı. Okulun kapısında sadece ay çiçek, mevsiminde alıç,
muşmula satılırdı. Okul kapısının karşısındaki bakkal çeyrek ekmek içine 5
zeytin ya da bir lokum koyarak 25 kuruşa satardı. Bunlardan birini yiyebilmek,
öğrenciye haftanın ya da ayın morali olurdu.
Öğrencilerin
giydiği siyah önlükleri terziler dikerdi. Okul çantalarını bazı aileler
marangozlara yaptırırlardı. Plastik çantalar tek tüktü.
Elbiselerde
yama sıradandı. “Yamalı gezmek ayıp
değil, yırtık gezmek ayıp” sözü bir atasözü gibi pek tekrarlanır, sanki yamanın
mahcubiyetinden teselli bulunurdu. O insanlar bir zamanlar yırtık gezmenin moda olacağını ne bilsinlerdi!
İlçedeki
evlerin çok az bir kısmında, muhtemelen dörtte birinde elektrik vardı. Elektrik,
sadece akşam güneş batarken gelir, gece 11.00’de üç kere yanıp söndükten, yerel
tabirle “işaret verdikten” kısa süre
sonra kesilirdi.
Aydınlanma
genel olarak gaz lambaları ile sağlanırdı. Gaz lambalarında gazyağı yakılırdı.
Kilimin üzerine konan gaz lambasına doğru yüzüstü uzanır, ödevlerinizi öyle
yapardınız. Evlerde sehpa, iskemle nadirdi. Gaz yağı, boynuna ip bağlanmış cam şişelerle
çarşıdan eve getirilir, şişeler boynundaki ip parmağa geçirilerek taşınırdı.
Kasaplarda
buzdolabı yoktu. Buzdolabı henüz ilçeye hiç ulaşmamıştı, zaten elektrik sürekli
değildi. İlçedeki bir-iki kasap günübirlik kesim yapar, etleri tel dolaplarda
asarak sineklerden sakınır, kısa sürede satamazlarsa etleri bozulur, telef
olurdu.
Et
rutin tüketilen yiyeceklerden değildi, ortalama alım gücünün çok üzerindeydi.
Ahali zorunlu olarak vejeteryandı. Et ancak kurban bayramlarında yeterince
yenebilirdi. 50 yaşını geçenler pirifani sayılırdı.
Sebze
meyve ancak cumartesi günleri kurulan pazardan sağlanırdı. Halkın ancak yarısından
azı pazara çıkabilir, alabildikleri sebze meyve birkaç günde tüketilir, kıt
kanaat imkanlarla, bulgur, erişte, tirit, papara ile hafta tamamlanırdı. Günün
rutininde kahvaltı yoktu.
Yamru
yumru elmalar çok delikli, portakallar limondan daha ekşi ve bol çekirdekliydi.
Kirazlar yarı yarıya kurtlu, en büyüğü çocuk kafasından biraz daha büyükçe karpuzların
ikisinden birinin içi salatalık gibi yemyeşil olurdu, karpuz “ham çıktı” denirdi.
Kasabada
eczane yoktu, tek pratisyen doktor vardı. Muayenehanesinin önünde at arabası
kuyrukları uzar, üzeri açık, derme çatma arabalarda, rengarenk yorganlar içinde
alınlarına eşarp bağlamış, inleyen, kıvranan, kusan hastalar yatardı.
50’lerin
sonları ile 60’ların başlarında, cumhuriyetin 40’ncı yıllarında Orta Anadolu’da
manzara buydu.