Dolar (USD)
32.57
Euro (EUR)
34.97
Gram Altın
2431.22
BIST 100
9751.91
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Acının kucağına doğmak

Çok fazla acı var. Çok fazla ayrılık. Daha önce defalarca söylendiği gibi yaşamak acı çekmek demek. İnsan dünyaya değil de acının bağrına doğuyor sanki ve büyüdükçe acılarını da kendiyle beraber büyütüyor. Sevincin ayakları o kadar kısa ki acının hizasını hiçbir zaman yetişemiyor. Belki de bu yüzden tam ortasındayken bile huzuru göremiyoruz. Belki de bu yüzden esenliği hep dışarıda, uzakta, uzağımızda ve aslında hiçbir zaman olmadığı yerde arıyoruz.

Neşelendiğimiz, gurur duyduğumuz, coşkuyla kendimizden geçtiğimiz günler de var elbet. Kışı, güzü gibi baharı da var hayatın ve onun sağına soluna yerleştirilmiş ufak tefek keyifler de olsa olsa acıların şiddetini bir süreliğine unutturup insanı yeni bir acıya hazırlamanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Doğarken de yaşarken de ölürken de acı çekiyoruz. Acı bütün zamanlara eklemlenmiş geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman kipi. Hangi cümlenin başı, ortası ve sonunda o yok ki. Belki de bu yüzden doğarken ağlıyor insan. Kendi haline, ötekilerin haline, dünyanın haline…

Başlangıçtan beri acıyı hafifletmenin yollarını aradık. Cümle kurmayı öğrendik. Konuşursak belki acımız hafifler diye, olmadı. Cümle de hayat gibi acının üstünü örterken onun altını çizmeyi ihmal etmedi. Bu kadar şiir, bunca hikaye, bu düzeyde kitap hep acıya ayarlı, acıya duyarlı, acının sözcüsü. Onu unutmaya çalışma biçimleri bile yine gelip ona dayanıyor. Bazen bir dostun yüzünde bulduğumuzdur o. Bazen dalgın bir arkadaşın uzak bakışlarında ansızın yakaladığımız. Bir ırmağa dalarken de onu görürüz, karlı bir dağın yamaçlarından aşağı bakarken de. Bir tepenin üstünden şehri süzerken evlerin bacalarındaki dumana karışan odur. Gecenin bir vaktin, yalnız başımıza şehrin sokaklarını adımlarken kalbimize gelip yerleşen de onu terk ederken gözyaşlarımıza karışan da o.

Deprem olur, sel olur, fırtına çıkar, bir yangının içinde buluruz kendimizi, acı. Ayrılırız, yakınlaşırız, buluruz, kaybederiz, acı. Atmosfer acıyla dolu oksijenden önce. Sanki Yaratıcı, evreni yaratmaya karar verdiğinde onu acının harcıyla karıp karıştırmış, onun hamuruyla yoğurmuş da geriye kalan her şey onun baharatı, tuzu biberi ki acıdan ölmemenin, yaşamı devam ettirmenin yumuşak zemini olsun geriye kalan her şey. Acı her yerde, her zaman, hep hem içimizde bir öz, hem dışımızda bir halka, bir hale ve biz kıvranıp duruyoruz onun cenderesinde.

Gök gürlüyor, yer altı öğürüyor ve biz bu ikisi arasında nereye kaçacağımızı bilemeden korkuyla bulunduğumuz yere çakılıyoruz. Altımızdan seller, üstümüzden depremler geçiyor, etimiz dağılıyor, kemiklerimiz ufalıyor, duygularımız parçalanıyor, üşüyoruz, acıkıyoruz, susarak katlanıyoruz bütün bunlara. Belki bir sonraki an, bir sonraki gün, bir sonraki ay bütün bu uğultular gider, bütün bu bulutlar dağılır, bütün bu kederler uzaklaşır diye. Umutlarımız bizi ayartıyor, eninde sonunda onun ihanetine uğruyoruz ne yazık ki. Hep bir gün sonranın hayaliyle yaşamaya ayarlı hayatlarımız. Acının boğazımızı ha bire sıkan tazyikinden böylece kurtulmaya çalışıyoruz. Hayat gerçekten de kısa. Gerçekten de acı sevincin içine bile tohumunu bırakmış müzmin bir yara ve ondan kurtuluş yok. Belki de yapılması gereken tek şey, geride kalanları unutmadan, geride kalanları içimize alarak uyutmak, o uyutulmuş olanla kaldığımız yerden yolumuza devam etmek. Başka ne yapılabilir ki? Ne denebilir ki azgın öğürtülerle üzerimize gelen bulutları elimizin tersiyle itemedikten sonra. Üstesinden gelemeyeceğin şeye katlanmayı da öğreniyor insan zamanla.

Bununla birlikte, bulut geliyorsa yağmurun yağacağı belli ve görmeli. Ateşin yakacağını, selin sürüp süpüreceğini bilmeli. Keçiler bile zararlı ottan uzak durmayı bilirken insanın kendisine yönelen felaketin önlemini almamış, alamamış olması neyle, nasıl izah edilebilir? Belki de biz, hayatı olması gerektiği kadar önemsemiyoruz? Belki de biz bakmamız gerektiği kadar aynadaki yüzümüze bakmıyoruz. Belki de biz bir kez doğduğumuzu, tek bir hayatımız olduğunu ve aslında onun ne kadar değerli olduğunu fark edemiyoruz. Fark ettiğimizde artık iş işten geçmiş oluyor. Belki de biz mutluluğun hep orada, bizim biraz ötemizde durduğunu ve bir gün mutlaka oraya varacağımızı hayal ederek bugüne, buraya ihanet ediyoruz. Yarına dair bütün acılarımızın sebebi bugünün gözlerinin içine bakmayı ihmal etmek olmasın? Belki elimizdekinin değerini hak ettiği nispette bilmiyor, elimizde olmayana yönelik safsatalarımızla şimdilerimizin içeriğini boşaltıyor, yarınlarımızın garantisi olan şimdilerimizi elimizin tersiyle hem de kendi ellerimizle itiyoruz. Sahip olduklarının değerini bilmeyenleri sahip olunma olasılığı bulunanlar bilir mi? Şimdisini sevmeyeni gelecek neden sevsin ki? Bütün yanılgılar, şimdiyi ihmalden kaynaklanmıyor mu? Bütün hataların sebebi şimdiye yaptığımız yanlış değil mi? Başlangıç sonucun habercisi, sonuç başlangıcın sözcüsü değil mi? Kendini sevmeyeni başkası nasıl sevsin? Kendine değer vermeyeni başkası nasıl değerli görsün? Bölük pürçük şimdilerden muhteşem yarınlar inşa etmeye çalışıyoruz, ne büyük yanılgı. Yaralı benliklerden olağanüstü kimlik inşaları yüceltmeye çalışıyoruz, ne büyük gaflet. Ancak felaket geldiğinde birbirini anlayan insanların, felaket olmadığı zaman dilimlerinde yaşadığı söylenebilir mi? Acının birleştirdikleri sevmeyi öğrenemediği sürece hayat hep yarınlara ertelenen mevhum bir hayal olarak kalmaya devam edecek. Hayatın ortasında bile ölüm imgeleriyle bakıyoruz birbirimize ve sevgi hak etmediğini düşündüğü insanların kalbine yuva kurmuyor.