Dolar (USD)
32.51
Euro (EUR)
34.63
Gram Altın
2497.49
BIST 100
9693.46
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

03 Haziran 2023

Bir Felsefesi olma(ma)k

“Felsefe” kavramının geniş toplumsal düzlemde biraz da negatif niteliklerle ve imajlarla belirdiğinin farkındayım. Bu sebeple “bir felsefemiz olmalı” ifadesini kullanınca muhatabın yüzünde meydana gelen belirsizlik ve kavrama yönelik oluşan mimiksel mesafe fark edilmeyecek gibi değil.

Fakat “felsefe” deyince en azından yazılı olarak bugüne kadar gelmiş Yunan felsefesinden çağımızdaki filozoflar ve onların müktesebatlarına dair kayıtları, teorileri ve içerikleri ilk başta dışarıda tutarak konuşuyoruz. Dolayısıyla burada dikkat çekmek istediğimiz şey; öncelikle insanın Tanrı, diğer insanlar, kendisi ve eşya ile kurduğu ilişkinin mahiyeti üzerinedir. Elbette bu nokta, felsefe tarihinde varolan filozof ve onlara dair teori ve müktesebattan bağımsız değildir.

Böyle bir konuyu sorunsal yapmamın asıl sebebi ise, Müslüman toplumların bagajlarında ciddi teorik potansiyel imkanlar olmasına rağmen, Tanrı, insan ve eşya ile ilişkilere dair sağlıklı bir felsefeyi henüz inşa edememeleri sebebiyledir. Öyle ki sistematikten yoksun, tamamen rastgele, bugünden yarına değişebilen ve bu bağlamda öngörülebilirliği oldukça zayıf bir ilişkiler ağı mevcuttur.

Bu durum Ortadoğu coğrafyası başta olmak üzere Müslüman toplumlarda hafıza yaratmadığı gibi mevcut hafızayı da dumura uğratmakta, Tanrı, insan ve eşya ile hergün değişebilen ve ilkeleri olmayan ilişkileri sonuçlamakta; hasılı insan da dünya da karmaşık hale gelmektedir. Her işte gözlemlenen bu acelecilik, felsefesi kurulmayan iş hüviyetinde olduğunda, bütün alanlarda ortaya çıkan sonuçlardan belli olmaktadır. Bu durum gerçekte Müslümanları da sürekli bir “gelip geçicilik” duygusu içinde tutmaya devam etmektedir.

Tecrübe ve şahitlik ettiğim 1980’li yıllarda müslümanların sürekli iddialı cümleleri ile karşılaşmaktaydım. Bir başka deyişle, yapılan hiçbir işi beğenmeyen ancak kendilerine fırsat verilirse bütün problemleri halledeceğini öne süren İslami içerikli iddialardı bunlar. Fakat bugün gelinen noktada, her alandaki toplumsal tezahürleri incelediğimizde bu felsefenin noksanlığını görmemek mümkün değil.

İnsanın ya da daha özel olarak müslümanın Tanrı ile kurduğu ilişkinin mahiyeti çok başat bir belirleyicilik taşır. Çünkü dikey mahiyetteki bu ilişki yatay düzlemde insanın kendisi, insan-insan ve insan-çevre (tabiat) ile ilişkisinin içeriklerini de belirlemektedir. Dolayısıyla insanın ya da özelde müslümanların evrende ürettiklerine bakarak, bu ilişkinin mahiyeti ve aslında Tanrı ile ilişkinin içerikleri çözümlenebilir. Böyle bir mentaliteden hareket edildiğinde, ciddi sorunlu durumların varlığı dikkatlerden kaçmaz.

Fakat esas olarak “bundan sonra ne yapılmalı?” sorusuna verilecek cevaplar etrafında adımların belirlenmesi bir zorunluluk olarak görünmektedir. Burada kanaatimizce atılması gereken ilk adım, işte bu felsefeyi kurmak olacaktır. Aslında bu felsefeyi kurmak, hangi paradigmadan hareket edileceği, nasıl bir stratejinin izleneceği konusunda bir yol haritası belirlemek demektir öncelikle.

Bu felsefenin yokluğu, müslümanların toprak, tabiat, insan ile ilişkilerinde son derece başarısız olmaları sonucunu getirmiştir. Çok geniş anlamda şikayet edilenlerin temel sebebi işte bu noktalara dayanmaktadır. Fakat işin tuhaf tarafı, bu problemleri köklü bir şekilde düşünerek halletmek yerine kolaya kaçılarak pragmatizm batağına saplanılmaktadır.

Elbette meselenin teorik boyutu kadar pratiği de önemlidir. Hatta teorinin çalışıp çalışmadığı pratiklerle ölçülür. Fakat teorinin kaybedildiği yerde, pratikler için merkezi de kaybetmişsiniz demektir. İşte o zaman pragmatizm gelip merkeze oturur.