Dolar (USD)
32.51
Euro (EUR)
34.61
Gram Altın
2490.52
BIST 100
9524.59
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

17 Ekim 2020

Bizdeki sanatçılar

Sanatçı, halka gösterilen yönüyle meşhur bir kişidir ve daha çok şarkıcı ve müzisyen anlamında bir karşılık bulmuştu. Zamanla halkın ekranlarda gördüğü popülaritesi yüksek kişiler de bu tanımlamanın içerisine girmeye başladı. Sinemada, tiyatroda kendisini kanıtlamış isimler de sanatçı kavramıyla karşılanır hâle geldi.

Kendisini sanatçı olarak takdim edenlerin arkasında ciddi bir basın desteği ve güç vardı. Televizyonlarda, radyolarda, dergilerde, gazetelerde kendilerini gösterenler sanatçı olmuşlardı. Sanatçı kavramı ne yazık ki hak ettiği anlamı bir türlü bulamamıştı. Sanatçı, toplumun önünde ve sürekli hayatı, düşüncesi, tarzı takip edilen bir kişi hâline gelmişti. Gerçekten de sanatçı böyle mi olmalıydı? Sanatın temsilini gerçekleştiren, üreten, kendine has tarzı olan ve eserleriyle var olan nice isim tanınmıyordu, tanıtılmıyordu.

Özellikle televizyonun toplum üzerindeki etkisini düşündüğümüzde, halkın televizyon ekranından gördüğü ve takip ettiği, hayranı olduğu birçok isim sanatçı olmuştu. Bu etkileşim, rol model olarak düşünüldüğünde gençlerimizi, insanımızı, hayatımızı, evimizi, yaşamımızı, tercihlerimizi belirler hâle gelmişti. Toplum üzerinde bu kadar etkisi olan sanatçıların veya sanatçı gösterilen kişilerin her yaptığı ettiği de normal görülür hâle gelmişti. Sanatçıların yanlışları, aile hayatları, özel tercihleri, giyimleri kuşamları toplumun çok çok dışında ve üstünde gösteriliyordu. Türkiye’de sanatçıları yönlendiren ve sanat kavramını uhdesine alarak toplumu modernize etmeye dönük hamleler gerçekleştiren ve toplum mühendisliğine soyunan perde ardındaki güçler, ne yazık ki bu milletin tarihiyle, inancıyla, kültürüyle, düşüncesiyle uyuşmuyordu. Zeki Müren’in tarzı tesadüfî değildir.

Tanzimat’tan itibaren başlayan bu dayatma ve toplumsal hayata müdahale ile birlikte başlayan alafranga yaşam biçimi gitgide bizi özümüzden, kültürümüzden uzaklaştırıyordu. Roman türüyle başlayan ve hayranlık uyandıran Batı tarzı yaşam, tiyatromuza, sonrasında ise sinemamıza geçerek bizi baştan aşağı şekillendirmeye başlamıştı. Sanatçı modernizmi temsil ediyordu. Türkiye’de, özellikle sinemada başlayan bu değişim evimizin içine, ailemize kadar girdi ve hayata bakışımızı değiştirmeye başladı.

Bugün gerçek manada sanat erbabı olup eser ortaya koyan ve bizim klasik sanatlarımızı icra edenler “sanatçı” olarak takdim edilmedi, tanıtılmadı. Türk-İslam sanatları unutturuldu, bu sanatların temsilcileri göz ardı edildi. Minyatür, çinicilik, ahşap işçiliği, cam, taş işçiliği, tezhip, ebru, hat, bakırcılık, dokumacılık… Tüm bu tecrübeyi yok sayıp, sanatın muhteviyatını ve kapsamını daraltıp, modern sanat diyerek yeni bir ulus ve kültür var etmeye kalkışanlar, sanıyorum istedikleri hedefe ulaştı. Asırlardır var olan ve konaklarımızda, camilerimizde, hanlarımızda, kütüphanelerimizde görülen bu eserler, sanat eseri olarak görülmedi, bunların temsilcileri ise sanatçı olarak kabul edilmedi. Bugün popüler kişiler bizi gerçek sanattan ve sanatçıdan uzaklaştırdı, soğuttu.

Türkiye’de, özellikle zihniyet anlamında sol anlayışın dayatmaya çalıştığı sanatçı profili beraberinde baskıyı ve çatışmayı da getirdi. Sinemadan başlamak üzere değerlendirdiğimizde Yılmaz Güney gerçeği vardır. Yılmaz Güney’in sosyal içerikli filmleri hepimizin takdirini kazandı. Ancak büyük bir sanatçı olarak sunulan Yılmaz Güney’in özel hayatı, gerçek yüzü hiçbir zaman ortaya konulmadı. Son derece şiddet yanlısı olan Yılmaz Güney, adlî boyuta ulaşan saldırganlığı, filmlerindeki argonun çok ötesine varan küfürleri gerçek sanat olarak sunuldu. Bugün de aynı görüş hükmünü devam ettiriyor.

Sinema gerçekten yediden yetmişe bir toplumu değiştirmeye ve dönüştürmeye en uygun bir iletişim kanalıydı. Bu gücü elinde bulunduranlar, toplumun önüne koydukları aktör ve aktrislerle istediklerine kavuştular. Türkiye, hafızalarda kalacak Gezi eylemleriyle karşı karşıya kalmıştı. Dikkat edilirse toplumu etkileyen aktörler, sanatçı olarak sunulan meşhur kişilerdi. Tahrip, sanatın hiçbir zaman amacı olamaz. Hele hele bir sanatçı asla tahripten taraf olamaz. Ne yazık ki Türkiye’nin boğuştuğu hiçbir sorun bu sanatçıların gündeminde olmamıştır. Bu kişiler, bir takım terör örgütlerinin propagandasını yapmaktan da geri durmamışlardır. Vatanın bekası için canını verenlerin sesi olamayan bu sanatçı (!) kitleler şiddet yanlısı olabilmişlerdir. Berkin Elvan’ı dilinden düşürmeyenler, Yasin Börü’yü görmezden gelmişlerdir. Ali İsmail Korkmaz’ı kahraman ilan edenler, Eren Bülbül’ü görmemişlerdir. Şunu açıkça belirteyim ki hiçbir canlının öldürülmesini doğru bulmuyorum. Keşke hiçbir çocuğumuz, gencimiz böyle bir sonla karşılaşmasaydı.

Şimdi sanat ve sanatçı kavramının gücünü anlamış olmalıyız. Bugün muhafazakâr camianın gençlerinin de takip ettiği, sevdiği, okuduğu, hayranlık duyduğu birçok sanatçı, yazar ne yazık ki bu toplumun değerlerinden fersah fersah uzaktalar.

Türkiye’de daha çok “marjinal sol” ideolojinin etkisinde olan sanatçı (!) kitle PKK’yı lanetleyememiştir. Şehit cenazelerine katılmamışlardır ama teröristlerin cenazelerinde boy boy görünmüşlerdir. Çünkü gerçek sanattan uzaktalar, varlıklarını borçlu oldukları güçlere tazim için böyle yapıyorlar, minnet duydukları güçlerin emrindeler. Oysa sanatçı özgür olmalı.

Ülkemizde geçen hafta çıkan yangınları görmeyen sözde sanatçılar, Hocalı katliamını yapan Ermenileri savunabiliyor. Sanatçının inceliği, güzelliği gösteren ruhundan uzak bu tipler değil sanatçı olmak ancak soytarı olabilirler. Gerçi soytarılık da vaktizamanında önemli bir meslekti, bir ihtiyacı gideriyordu ve soytarılar gülüp eğlendiriyordu. Bizdeki gerçek sanatçılar ise ihmal içindeler.