Dolar (USD)
32.55
Euro (EUR)
34.83
Gram Altın
2427.35
BIST 100
9722.09
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

06 Ocak 2021

Cenaze var, namazını kılan yok

Sivil Toplum Kuruluşlarının kahir ekseriyetinin sivil toplum örgütlerini susturmayı ve kayyum atanmasının önünü açtığı iddiasıyla karşı çıktıkları Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi, bilindiği üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi.

Yasaya karşı 620 sivil toplum örgütü bir bildiri yayınlayarak sosyal medyada kampanya düzenledi. Bildiride, eğer kanun teklifi yasalaşırsa sivil kuruluşların tek imza ile kapatılma riskiyle karşılaşacağı, bu konuda açılacak idari davaların yıllarca süreceği için pratikte ‘hızlı kapatma’ prosedürü yaratılmış olacağına dikkat çekildi.

Yasaya ilişkin çeşitli toplum kesimleri tüm farklılıklarına rağmen benzer tepkileri gösterdiler. Mor Çatı’dan Özgür-Der’e ; Uluslararası Af Örgütü’den Mazlum-Der’e pek çok kuruluş yasa ile ilgili kaygı, çekince ve tepkilerini kamuoyu ile paylaştılar. Özgür-Der’in “İslami kimlik” vurgusu ile faaliyetlerini sürdürdüğünü, Mazlum-Der’in ise İslami kesimin önemli bir insan hakları örgütü olduğunu hatırlatalım. Ne var ki Mazlum-Der, STK Yasası olarak tartışılan düzenlemeye ilişkin açıklamasını ancak birkaç sivil toplum örgütü ile birlikte yapabildi. Bunun dramatik bir durum olduğunu belirtmem gerekiyor.

Mazlum-Der açısından bir sıkıntı yok. Ortalıkta görünmeyenler açısından ise epey sıkıntılı bir durum olduğu aşikâr. Rahatsızlığını homurtu ile anlaşılmaz kılıp sıvışmayı tercih etmek çok da takdire şayan bir durum değil çünkü. Onların verdikleri görüntü şu oldu: Cenaze var, namazını kılan yok!

Konu ile ilgili başka bir gelişme ise Yazar Yusuf Kaplan ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu arasında gerçekleşen telefon görüşmesiydi. Yazar Yusuf Kaplan’ın STK yasası ile ilgili olarak attığı bir tweet sonrası saat 01.30’da İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu tarafından arandığını, Kaplan’ın hem aynı gece attığı tweetten, hem de 28.12.2020 tarihli yazısından öğreniyoruz.

Şahsen ne bir köşe yazısının, ne de İç İşleri Bakanının bir yazarla gece saatlerinde yaptığı bir telefon görüşmesinin benim için özel bir anlamı yok. Ne var ki Yusuf Kaplan’ın tartışmalı STK Yasası üzerine yazdıkları, bunu yaparken Soylu ile görüşmesine ilişkin yaptığı aktarımlar ve kompoze ettiği düşünce, Yusuf Kaplan ve Süleyman Soylu’yu aşan bir biçimde; devlet-toplum tasavvuruna, bir kesimin meseleyi nasıl kavradığına, diğer yandan Bakanın şahsında devletin kendisini nasıl konumlandırdığına ilişkin önemli şeyler söylüyor. Yasanın Kaplan’ı endişelendiren yönü şu: Yarın Türkiye’de bir iktidar değişikliği söz konusu olursa, yasanın İslami çalışmaları irtica/terör yaftasıyla engelleyebileceği ihtimali. Bu endişelerini dile getiren bir tweet attığını söylüyor yazar. Aynı gece İçişleri Bakanı saat 01.30’da Kaplan’ı arıyor. İçişleri Bakanı, Kaplan’dan öğrendiğimiz kadarıyla şu sözleri sarf ediyor: “STK’ların İslâmî çalışmalarının engellemesi söz konusu olmayacak, buna ilk önce ben karşı dururum.”

Tüm bunları alt alta koyduğumda, benim kayıt altına almak istediğim düşüncelerim şunlardır:

Birincisi; bugün devletin denetleme ve müdahale araçları hangi ad ve sıfatla olursa olsun yasa dışı bir örgütlenme söz konusu olduğunda onu durdurma, engelleme noktasında mebzul miktarda araçla mücehhez. Bu noktada hangi eksikten söz edilebilir? Amaçlılığı dışında yasa dışı faaliyetler içine girmiş hangi kurumsal yapı devletin kolluk güçlerinden yahut adli mercilerinden yakasını kurtarabilir? Böyle bir şeye imkan veren bir yasal boşluk mu var bu ülkede?

İkincisi; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devlet-toplum ilişkimizin mahiyeti toplumun devlet karşısındaki cılızlığı ve güdüklüğü ile betimlenebilir. Hâl böyle olunca zaten tık nefes bir kamusallık içinde bir adım ileri iki adım geri bir salınım içerisinde olan sivil toplum kuruluşlarının elini zayıflatacak bir düzenlemenin durumu büsbütün onların aleyhine çevireceği açık değil mi?

Üçüncüsü; Türkiye modern bir hukuk devleti olarak kendisini tanımlayan bir ülke. Dolayısıyla kendisini hukuk ile kayıt altına alır; bu nedenle devletin bugün ve yarın, içinde olacağı bir eylemlilikte referansın yasadan başka bir şey olması gayr-i kabildir. En azından teorik olarak bu böyledir. Burada herkes için bağlayıcı olan tek şey yasadır. Dolayısıyla şahısların ağzından çıkan sözün yasa ile mukayese edildiğinde pek de bir anlamı yoktur. Ortaçağ tarım toplumu değiliz. Kralın sözü kanundur, diyeceğimiz bir durum yok. Ortada somut yasa varken güvenceyi makam sahibinin vereceği sözde arayamayız. Bu en hafif ifadeyle kendimizi, devleti ve devlet toplum ilişkisini modern öncesi dönemin siyasi düşünce-pratiğine hapsetmektir. Tarihe girmekten, tarihsel gerçeklikle temas etmekten imtina etmektir.

Dördüncüsü; kim ve kimler için güvence talep ediyoruz? Sırf kendimizden bildiklerimiz için güvence arayışındaysak diğerleri söz konusu olduğunda ise umarsız bir vurdumduymazlık içindeysek bir “ortam değişikliği” söz konusu olduğunda nasıl hak ve adalet talebinde bulunacağız?

Bırakın ilkesel açıdan savunmayı, pratik/pragmatik açıdan bile izahı mümkün olmayan bu tarz iş ve işlemler bu ülke için kapan hüviyetindedir. İnsanların aidiyetleri, kimlikleri üzerinden niyet okumalar ile kriminalize edilmelerinin ve müdahaleye açık halde tutulmalarının ne devlet, ne de toplum için kabulü mümkündür. Toplumu şaibeli kılacak, devletin keyfi müdahale alanı haline getirecek uygulamalar sadece toplumu güçsüzleştirmeyecek, aynı zamanda devleti paranoyak bir hale sürükleyerek hem zafiyetini arttıracak, hem de meşruiyetini aşındıracaktır. O yüzden ne söylediğimize, ne yaptığımıza ve söyleyip yaptığımız işlerin nereye uzanacağına/uzanabileceğine dikkat etmemizde hem kendimiz hem de başkaları için büyük yarar var.