Cenaze var, namazını kılan yok
Sivil Toplum Kuruluşlarının kahir ekseriyetinin sivil toplum örgütlerini susturmayı ve kayyum atanmasının önünü açtığı iddiasıyla karşı çıktıkları Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi, bilindiği üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi.
Yasaya karşı 620 sivil toplum örgütü bir bildiri yayınlayarak sosyal
medyada kampanya düzenledi. Bildiride, eğer kanun teklifi yasalaşırsa sivil
kuruluşların tek imza ile kapatılma riskiyle karşılaşacağı, bu konuda açılacak
idari davaların yıllarca süreceği için pratikte ‘hızlı kapatma’ prosedürü
yaratılmış olacağına dikkat çekildi.
Yasaya ilişkin çeşitli toplum kesimleri tüm farklılıklarına rağmen benzer
tepkileri gösterdiler. Mor Çatı’dan Özgür-Der’e ; Uluslararası Af Örgütü’den
Mazlum-Der’e pek çok kuruluş yasa ile ilgili kaygı, çekince ve tepkilerini
kamuoyu ile paylaştılar. Özgür-Der’in “İslami kimlik” vurgusu ile
faaliyetlerini sürdürdüğünü, Mazlum-Der’in ise İslami kesimin önemli bir insan
hakları örgütü olduğunu hatırlatalım. Ne var ki Mazlum-Der, STK Yasası olarak
tartışılan düzenlemeye ilişkin açıklamasını ancak birkaç sivil toplum örgütü
ile birlikte yapabildi. Bunun dramatik bir durum olduğunu belirtmem gerekiyor.
Mazlum-Der açısından bir sıkıntı yok. Ortalıkta görünmeyenler açısından ise
epey sıkıntılı bir durum olduğu aşikâr. Rahatsızlığını homurtu ile anlaşılmaz
kılıp sıvışmayı tercih etmek çok da takdire şayan bir durum değil çünkü.
Onların verdikleri görüntü şu oldu: Cenaze
var, namazını kılan yok!
Konu ile ilgili başka bir gelişme ise Yazar Yusuf Kaplan ile İçişleri
Bakanı Süleyman Soylu arasında gerçekleşen telefon görüşmesiydi. Yazar Yusuf
Kaplan’ın STK yasası ile ilgili olarak attığı bir tweet sonrası saat 01.30’da
İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu tarafından arandığını, Kaplan’ın hem aynı
gece attığı tweetten, hem de 28.12.2020 tarihli yazısından öğreniyoruz.
Şahsen ne bir köşe yazısının, ne de İç İşleri Bakanının bir yazarla gece
saatlerinde yaptığı bir telefon görüşmesinin benim için özel bir anlamı yok. Ne
var ki Yusuf Kaplan’ın tartışmalı STK Yasası üzerine yazdıkları, bunu yaparken
Soylu ile görüşmesine ilişkin yaptığı aktarımlar ve kompoze ettiği düşünce,
Yusuf Kaplan ve Süleyman Soylu’yu aşan bir biçimde; devlet-toplum tasavvuruna,
bir kesimin meseleyi nasıl kavradığına, diğer yandan Bakanın şahsında devletin
kendisini nasıl konumlandırdığına ilişkin önemli şeyler söylüyor. Yasanın Kaplan’ı
endişelendiren yönü şu: Yarın Türkiye’de bir iktidar değişikliği söz konusu
olursa, yasanın İslami çalışmaları irtica/terör yaftasıyla engelleyebileceği
ihtimali. Bu endişelerini dile getiren bir tweet attığını söylüyor yazar. Aynı
gece İçişleri Bakanı saat 01.30’da Kaplan’ı arıyor. İçişleri Bakanı, Kaplan’dan
öğrendiğimiz kadarıyla şu sözleri sarf ediyor: “STK’ların İslâmî
çalışmalarının engellemesi söz konusu olmayacak, buna ilk önce ben karşı
dururum.”
Tüm bunları alt alta koyduğumda, benim kayıt
altına almak istediğim düşüncelerim şunlardır:
Birincisi; bugün devletin
denetleme ve müdahale araçları hangi ad ve sıfatla olursa olsun yasa dışı bir
örgütlenme söz konusu olduğunda onu durdurma, engelleme noktasında mebzul
miktarda araçla mücehhez. Bu noktada hangi eksikten söz edilebilir? Amaçlılığı
dışında yasa dışı faaliyetler içine girmiş hangi kurumsal yapı devletin kolluk
güçlerinden yahut adli mercilerinden yakasını kurtarabilir? Böyle bir şeye
imkan veren bir yasal boşluk mu var bu ülkede?
İkincisi; Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e devlet-toplum ilişkimizin mahiyeti toplumun devlet karşısındaki
cılızlığı ve güdüklüğü ile betimlenebilir. Hâl böyle olunca zaten tık nefes bir
kamusallık içinde bir adım ileri iki adım geri bir salınım içerisinde olan
sivil toplum kuruluşlarının elini zayıflatacak bir düzenlemenin durumu
büsbütün onların aleyhine çevireceği açık değil mi?
Üçüncüsü; Türkiye modern bir hukuk
devleti olarak kendisini tanımlayan bir ülke. Dolayısıyla kendisini hukuk
ile kayıt altına alır; bu nedenle devletin bugün ve yarın, içinde olacağı
bir eylemlilikte referansın yasadan başka bir şey olması gayr-i kabildir. En
azından teorik olarak bu böyledir. Burada herkes için bağlayıcı olan tek şey
yasadır. Dolayısıyla şahısların ağzından çıkan sözün yasa ile mukayese
edildiğinde pek de bir anlamı yoktur. Ortaçağ tarım toplumu değiliz. Kralın
sözü kanundur, diyeceğimiz bir durum yok. Ortada somut yasa varken güvenceyi
makam sahibinin vereceği sözde arayamayız. Bu en hafif ifadeyle kendimizi,
devleti ve devlet toplum ilişkisini modern öncesi dönemin siyasi düşünce-pratiğine
hapsetmektir. Tarihe girmekten, tarihsel gerçeklikle temas etmekten imtina
etmektir.
Dördüncüsü; kim ve kimler için
güvence talep ediyoruz? Sırf kendimizden bildiklerimiz için güvence
arayışındaysak diğerleri söz konusu olduğunda ise umarsız bir vurdumduymazlık
içindeysek bir “ortam değişikliği” söz konusu olduğunda nasıl hak ve adalet
talebinde bulunacağız?
Bırakın ilkesel açıdan savunmayı, pratik/pragmatik açıdan bile izahı mümkün
olmayan bu tarz iş ve işlemler bu ülke için kapan hüviyetindedir. İnsanların
aidiyetleri, kimlikleri üzerinden niyet okumalar ile kriminalize edilmelerinin
ve müdahaleye açık halde tutulmalarının ne devlet, ne de toplum için kabulü
mümkündür. Toplumu şaibeli kılacak, devletin keyfi müdahale alanı haline
getirecek uygulamalar sadece toplumu güçsüzleştirmeyecek, aynı zamanda devleti
paranoyak bir hale sürükleyerek hem zafiyetini arttıracak, hem de meşruiyetini
aşındıracaktır. O yüzden ne söylediğimize, ne yaptığımıza ve söyleyip
yaptığımız işlerin nereye uzanacağına/uzanabileceğine dikkat etmemizde hem
kendimiz hem de başkaları için büyük yarar var.