Dolar (USD)
34.19
Euro (EUR)
37.46
Gram Altın
2886.29
BIST 100
8964.1
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

02 Eylül 2021

Çevre Felaketini Şair Nâbî'ye Sorduk

Dün gece şair Nâbî’yi rüyamda gördüydüm. Bu büyük şairi başka da görme imkanım yoktu. Hazır onu görmüşken Şeyh Galib’in arkasından nasıl konuştuğunu, Hayrabad’ı haksız yere nasıl eleştirdiğini, Osmanzade Taib’in kendisine niçin saygısızlık yaptığını, İstanbul’daki evini kime miras bıraktığını soracaktım da üstad, bunları sormama izin vermedi. Hep “sonra sonra sorarsın, dediydi.

Peki hazır üstad Nâbî’yi görmüşken neyi konuştunuz diye bir soru ile karşılacağımı biliyorum. Malum; çevre felaketi.... Memlekette önce ormanlarımız yandı, sonra aşırı yağmurlar ve sonunda seller yaşandı. Bir çok ev, sel suları altında kaldı. Onlarca insanımız sel sularına kapılıp kayboldu.Hâlâ bulunamayanlar var.

Şair Nâbî, tam da buradan sözü alıp “Bu dünyayı niye yok ediyorsunuz,” dedi. Üstadın bu sorusu karşısında şaşkınlık ve mahcubiyyetim zirve yapmıştı. Diz çöküp ağlayacak oldum. Fazla üzülmeyeyim diye üstad sarığının içinden sarılı bir papürüs kağıt çıkarıp bana verdi. Bir padişah tuğrasını andıran bu kağıt, ipekten yapılmış özel bir iple bağlıydı. İpekli ip, kolay açılabilsin diye papürüs kağıda dülger düğümü atılmıştı. Hayriname’nin,Hayrabad’ın şairi hediyesini veriken “Al evladım, nasibinde bu varmış. Sakın bunu kaybetme ve kimseye de gösterme. Akrabalarım Gaffarzadeler bile gelse zinhar vermeyesin,” dediydi.

Hazır üstadı görmüşken Hattat Hafız Osman Efendi hattıyla hazırlanmış yazma bir divanını imzalı alabilir miyim diye içimden geçirmiştim. Hafız Osman, Şair Nâbî ile aynı yılda doğar. Aynı mahallede mukim iki arkadaştı. Rivayettir, birgün Şair Nâbi ile birlikte Üsküdar’dan Eminönün’e geçerken ikisinin de keselerinde parası yokmuş....Rüya âleminin iklimi bozulmasın diye bu hatırayı başka bir zamana bırakalım...

Maalesef öyle olmadı. Şair Nâbî divanının belki ilk orjinal nüshası bende olacaktı, olmadı... Niye olmadı, anlatayım. Hediyeyi aldıktan sonra efendim bana bir diyeceğiniz var mı diyeceğime papirüs kağıdı açtıydım. Neyseki rüyâ âlemi devam ediyordu.İmzalı bir “divan”ını alamadık. Papirüs kağıda ve papirüs kağıtta yazılanlara razı olduk. Kağıtta şu beyit yazılıydı.

“Meyvesi az ise de lezzeti efzun-ter olur

O dırahtın ki hıyâbân-ı sühanda ola pîr”

Bir kağıtta yazılı şiire bir de üstada baktıydım. Efendim bu beyitle nereye varmak istiyorsunuz. Muradınız nedir, diye soracak oldum. Ona baktığımda Şair Nâbî’nin göyüzünde bir yıldız gibi gecenin karanlığında kaybolup gittiğine şahid oldum. Bir süre sonra da bu olayın bir rüya olduğunu uyanarak öğrendim.

Şimdi rüyâ ile şairin bana ithaf ettiği şiiri şerh edelim. Çevre felaketi haberlerini ve bu felaketlere biz insanların tabiata verdiği tahribatlar da eklenince göreceğimiz rüyâ bu olacaktı. Bu beyitle üstadımız Nâbî, nereye varmak istedi, söyleyeyim. Eskiden caddelerimizde, çam ağaçları değil meyve ağaçları vardı, Servi ağaçları vardı. Böyle caddelere hıyaban diyorduk. “Hıyaban” kelimesi için sözlüklerimizde iki yakası ağaçlı yol denilmiştir. Sözlükçüler, eski hıyabanları görmediğinden dolayı bu tanımlama eksik kalıyor. Hıyaban denilince caddenin her iki tarafında açılan su kanalları ile kenardaki servi ağaçları gelir.

Ülkemizde bu tanımlamaya örnek bir hıyabanı Malatya’da görmüştüm. Ama hıyaban denildi mi hatıra İran’ın baş şehri Tahran’da etrafındaki su kanallarıyla büyük ağaçlı caddeler gelir ki bunun en güzel örneği Hıyaban-ı Veliasr’dı. Bu caddenin daha doğrusu bu hıyabanın her iki tarafından arklar geçerdi. Hıyabanı besleyen bu sular, Elbroz Dağı’ndan geliyordu. Bu suların tabi (dopal) bir mecrası da vardı. Dere olup başka ırmağa bağlanıyordu. Bunun yanında bir de şehrin havası serin olsun diye yolun her iki tarafından kanallar açılmış. Ayrıca yol kenarındaki servi ağaçları yanında bazı yerlerde meyve ağaçları da vardı. Eski mimarimizde belli yerlerde meyve, belli yerlerde servi ağacını yol kenarına dikildiği vakidir.

Rüyamda gördüğüm Şair Nâbî, şiirini söyleyip gitmişti. Şair, ön planda kendisinin şiir yolunda yaşlandığını az şiir yazsa da çok güzel eserler verdiğini söylüyor. Arka planda ise şöyle bir anlam dünyası var. Ki bizi ilgilendiren de bumetfordu. Nâbî, eski İstanbul’daki hıyabanları istiare yoluyla şiirine nakşetmiş.

Düşünün eski İstanbul’u... Sayfiyelerde meyva ağaçları bir yanda, servilikler bir yanda, Alibeyköy deresine akan içilebilir suları neden şimdi göremiyoruz. Göksu, Küçüksu, Haramidere, Kurbağalı dere şimdi nerede? Eski Caddelerimizde meyve ağaçları güzeldi. Şimdi meyveyi bırak ağaç yok neredeyse. O meyve ağaçları kesildi, yerine kızıl çamlar dikildi. İşte o zaman başladı kızıl kıyamet.