İbn Haldun ve gerçeklik
İslam düşüncesi 14. Yüzyıldan itibaren ciddi bir durgunluk içerisine
girmişti. Bu durgunluk İslam dünyasının bugüne gelinceye kadar bütün
alanlardaki yetersizliklerinde görünür olmuştur. Üstelik durgunluk sadece
ekonomik anlamdaki problemleri değil, daha da önemlisi bir perspektif sorununu
işaretlemektedir. Nitekim müslüman ülkeler içerisinde petrol kaynaklarından
mülhem ciddi maddi kaynakların bile bu ülkelerin bir perspektif geliştirmesine
yetmediği görülmektedir.
Kanaatimizce İslam düşüncesinin durgunluk dönemine girmeden önce krizi
görebilen kişi İbn Haldun’dur denilebilir. İslam düşüncesinin artık dünyaya
yetebilme ve sorun çözme kapasitesinin zayıflamasının önüne geçmek gerekiyordu.
Bu bağlamda İslam düşüncesinin döneminin gerçeklerinden kopmadan ve
metafizikleştirmelerin karşısında durarak kendisini ifade etmesi gerekiyordu.
İbn Haldun’un yaşadığı dönemde Batı’da yavaş yavaş sermaye birikimin
gerçekleşmesi ve Rönesasns’a doğru giden gelişmeler kaydedilmeye başlanmıştı.
İbn Haldun’un dönemi bu açıdan henüz Batılı düşünme biçiminin net açığa
çıkmadığı ancak siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmelerin de sağlıklı
karşılanamadığı bir zaman dilimidir. Ancak İbn Haldun’un tarih ilmi üzerinden
geliştirdiği yaklaşım ve metodoloji buradaki tıkanıklığı aşmaya yöneliktir.
İbn Haldun artık dünyaca meşhur hale gelmiş ve “Kitabu’l-İber” diye
başlayan tarih kitabının başına yazdığı Mukaddime’de en temel sorun olarak
gerçeklikle nasıl temas edileceği, gerçekliğin nasıl ortaya çıkarılacağı
üzerine durmaktadır. Özelde tarih ilmi açısından problem, aktarılan tarihsel
olayların gerçekliğe uygunluğudur. Nitekim İbn Haldun kendisinden önceki
tarihçilerin anlattığı tarihsel olayların, üzerinde hiçbir kritik yapılmaksızın
aktarılmasını ve
bu aktarımların gerçeklikle zayıf ilişkilerini sorunsallaştırmıştır.
Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz
ki, İbn Haldun aslında tarih üzerinden dile getirdiği bu sorunun İslam
düşüncesinin temel problemi olduğunun farkındaydı. Bu sorun, sadece
aktarmacılık yapmak ve hatta bu aktarımlar sırasında tarihsel olaylara yalanlar
karıştırma şeklinde tezahür etmekteydi. Bu bağlamda İbn Haldun’un özel olarak
tarihe yalan karışmasının sebepleri üzerinde durduğunu görmekteyiz ki, büyük
oranda makam, mevki kazanma hırsının burada öne çıktığını söyleyebiliriz.
İbn Haldun tarihçilerin bu noktadaki
önemli yanılgılarını “zamanın geçmesiyle hallerin ve âdetlerin değişmesinin
dikkate alınmaması” noktasında görür. İbn Haldun’a göre, İslam tarihinin erken
dönemlerinde öğretim işinde ve ilimlerin ilk tedvininde rivayetlerin aktarımı
yetmekte idi. Fakat kendi dönemine gelinceye kadar haller ve âdetler çok
değiştiği için yeni durumları anlamak için analizci bir melekeye sahip olmak
lazımdır; dolayısıyla sadece rivayet etmek yetmez. Bir başka deyişle, iyi bir
okuma yapmak lazımdır. Bu durumu İbn Haldun en önemli problemlerden birisi
olarak görür.
Bunlar karşısında İbn Haldun tarihi
rivayetleri kritik etmek üzere “ictimai hadiselerin tabiatı” dediği bir kriter
belirler. Ona göre bir toplumsal olayların gerçekleşip gerçekleşmediğini
(gerçekliğini) toplumsal olayların tabiatına bakarak anlamak mümkündür. İbn
Haldun burada ictimai hadiselerin tabiatını nüfus, coğrafya, insan hareketleri,
iktidarın doğası vb. somut kavramlarla içeriklendirir. Yani bu kritiği somut
sosyal gerçeklikler üzerinden gerçekleştirir.
Bugün müslümanlar gerçekliği okumak ve gerçeklikle temas etmek noktasında bir sıkıntı yaşamaktadırlar. Söz gelimi; hala geçmişten aktarmacılıkla iş kotarmaya çalışmakta ve çağlarına dair sağlıklı bir okuma yapamamaktadırlar. Diğer yandan buna bağlı olarak gerçeklikten de kopmuş görünmektedirler. Yani İbn Haldun’un tanımladığı problemler hala devam etmektedir.