İnsan niçin okur
İnsan
niçin okur? Öncelikle
tüm okumalarımı niçin yaptığımı düşünme durağındaydım. Çünkü hemen Kitap’ın başında;
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak
Suresi) diye anlamlı sesleniş yüreğime doğru akıyor, beni neyi niçin okumam
gerektiği noktasında âdeta sarsıyordu.
“Kaçarak
yaşayan bahtsız ruhlar! Nerede huzur bulacaklar?” diye soran Miguel de Unamuno
(Günlükler, s:36) gibi ben de, yaşadığım hayat yolculuğunda, arayışlarımla nice
buhranlı zamanların, ağulanmış anlarında, tutunduğum ayetlerden bir ayetle bu
sorgulamayı yapıyordum.
“Kalpler
ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.” (Ra'd, 28)
YüceKitap’ın ayetlerinden beni sarsan bir
ayetle karşı karşıyaydım işte. Ruhumda deveran eden sancılı halin yatışması,
ancak ve ancak iman ile gönülden teslimiyetle mümkün olduğunu anlamaya
başladığım zamanlar, kendime de yürüdüğüm ve kendimle yüzleştiğim zamanlardı
aslında.
Okumalıydım evet, yazmadan önce,
hatta yaşamadan önce okumalıydım. Erdemli, soylu, hikmet duraklarında
soluklanmak ve yaşamsal anlamda onurlu bir duruşu yakalamak için, bilmem ve
bulmak için okumalıydım. Biliyordum ki okumak kolay değildir, türlü türlü
okumalar vardı yaşadığım zorlu hayatta. Okumam gereken insanlar vardı.
Biliyordum artık, okumam gereken bir hayat, tabiat, tabiattaki çiçekler,
kuşlar, gürül gürül akan sular, gökyüzünde par par yanan yıldızlar, Allah’ın
ayetlerinden bir ayet olarak rotasını hiçbir zaman şaşırmayan güneş ve ay
vardı. Ki onlar en sadık en inanmış Müslümanlar olarak benim de örneklerimdi.
Onlar hiçbir zaman doğmayacağız diye isyan ederek vakitlerini şaşırmamışlardı.
Gece olduğunda dünyanın hizmetine girerdi ay, en iyi Müslümanlardan olarak.
Sonra güneş doğardı insanlığın ve yaşlı dünyanın üzerine en sadık ve en
çalışkan bir Müslüman olarak.
Tüm bu okumalarımı yaparken
öncelikle kendimi okumalıydım. Okuma durağının başında içsel bir yolculuğa
çıkarak, kendimin içine, kalbî sancılarımın odağına doğru kıldan ince kılıçtan
keskince bir yola revân olmalıydım…
Yüreğimde inşirahlar, mucizevi
bir sarsılmayla bir yolculuğa çıkıyordum. Yazmak değil, okumak değil, şimdi
yaşamak zamanı idi.
“Eğer
inanmayı başarıyorsam, imanın hakikatine dair başka bir kanıtın ne faydası var?
Bu bir mucize olacaktır, gerçek bir mucize, imanın hakikatinin şehadeti
olacaktır.”
(Günlükler, s.14, Unamuno)
Yazarın da bahsettiği bu mucize,
gerçek mucize aşk gibi, sevda gibi iman ettiğim, Rabbimi bilmeye çalıştığım,
yürüyeceğim yolların bir bir önüme açıldığı zamanlarda ve ben, o yollara revan
olduğumda gerçekleşmişti işte. Tıpkı Efendimiz gibi, Rabbim O’na sesleniyordu
hani;
“O
seni yetim bulup da barındırmadı mı?
Seni
yolunu kaybetmiş olarak bulup da yola iletmedi mi?
Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?” ( Duha Suresi, 6-7-8)
Ben de yetimlerden bir yetimdim
işte. Rabbim beni muhatap almış bana imanı sevdirmiş yollar açmıştı. Şimdi en
iyi Müslümanlara bakarak nasıl yaşayacağımı içselleştirerek, dosdoğru yol
üzere, sırat-ı müstakim üzere
yürümeye çalışacaktım.
Okumalar yapmak kolay olmuyordu
elbet. Emek istiyordu, derinlikli anlar istiyordu ve gece gündüz büyük
fedakârlıklar istiyordu. Hasılıkelam iyi okumalar yapmak sizden ömrünüzün
berceste zamanlarını istiyordu.
“İnsan,
iyi yaşayabilmek için yapmaya ve yapmamaya mecbur olduğu şeyi bilmelidir. Bunu
bilmek için iman ve inanç gereklidir.” (İman Vicdan ve Dua, s. 15) diyor Tolstoy. Ben de neyi
niçin yapmamam gerektiğini anladığım zamanlarda, imanın beni bir aşk gibi sarıp
kuşattığı o mucizevi dönemlerde artık yazıyla da muhataptım.
İşte o zaman ben; “ne için yazıyorum?” veya “ne için yaşıyorum?” sorusunu sormam
gereken bir sorumluluk bilincini de kuşanma zamanlarının ilk demlerindeydim
belki de…
“Nûn. (Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen
Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin.” (Kalem Suresi)
Sonra, kaleme, satır satır yazan
kaleme yemin eden Rabbim sesleniyordu Kitap’tan.
Bu beni sarsmaya yetmişti aslında. Hem Rehber olan, hakikate taşıyan o Yüce Kitap’ta, “Kalem Suresi” diye bir özel sure de vardı.
Kalemi elime aldığımda, “Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum
öptüm. Yazmasam deli olacaktım” diyen Sait Faik’in anlamlı ifadelerinden
daha öte, daha aşkın bir boyutta kalemle muhataplığım sözkonusu idi. Bunu
anlayabilmem için belki de yılların geçmesi gerekiyordu. Varoluşsal bir
duyarlılıkla, metafizik sarsılmalarla yaklaştığım yazı eylemi artık benim için
sorumluluk bilinciyle bu yola revan olmam gerektiğini de duyumsatıyordu. Mezkûr
ayet kaleme yemin eden bir Yaratıcı’nın
şahitliğinde yazdığımı duyumsatırken, aslında neyi niçin yazmam gerektiğinin de
ipuçlarını veriyordu bana.
“İnsan
ne için yazar?”
sorusunun cevabını aramaya başladığımda aslında yazı yolculuğumun acemi
dönemleriydi diyebilirim. Yazmak bir bakıma kendine yürümek, kendi derunundaki
sancıları dindirmenin de bir devası gibi gelir. Ama bazen yazdığınız bir
hikâye, bir öykü veya romanla da yaşamın damarlarından süzülüp gelmiş nice
yaşanmışlığı da devşirirken bir taraftan da yaraları deşer, ifşa makamında
sorgulamalarla nice sancılı zamanlara da yolculuklar yaparsınız. Yazdıklarınız
çoğu zaman şifa duraklarında, onarmak için, hayatın zorlu zamanlarına âdeta gizemli,
estetik birer mektuplara da dönüşebilir. Zarf ve mazruf vardır artık. Yazı
yüreğinizden sadır olan tüm arayışlara ve sancılara mazruf olmuştur… Artık
zarfa değil de mazrufa bakma zamanı gelmiştir…
“Niçin yazıyorum?” sorusuna
muhatap olmadan önce, “niçin yaşıyorum?” sorusunu cevaplamaya çalışarak, bu
anlamlı muhataplığı akletmek gerekiyor nihayetinde…
“İnsanın
imanı ve inancı ne kadar kuvvetli olursa onun hayatı da o kadar sağlam olur” diyor Tolstoy, (İman Vicdan ve
Dua, s. 25) âdeta manifesto gibi.
Yazma yolculuğu da böyledir.
Sağlam bir dünya görüşü ile yürüdüğünüz yazı yolculuğunuz sizi hakikate,
hikmetli zamanların huzuruna ve yazının onaran şifa duraklarına taşıyacaktır.