Dolar (USD)
32.56
Euro (EUR)
34.90
Gram Altın
2429.37
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

02 Şubat 2022

İslam ve 'Kendi'lik dualizmi

İslamcıların geride kalan elli yılları ile bugün arasında yaptığı karşılaştırmalar sonucu, ortaya çıkan pişmanlıklar, geçmişe yönelik eleştiriler, nostaljiler sıklıkla zikredilir oldu. Bu anlatılara dikkat kesildiğimde, aslında birçok hayatın “kendi” olmayı atlayarak geçmişte bir ideolojiyi yaşadığını farketmek zor olmuyor.

Modern zamanlar meta anlatıları başat bir konuma geçirmişti. Meta anlatılar külli açıklama modelleri olarak hem bir din ya da ideolojinin dünyayı zaman ve mekan anlamında kuşatabileceğini öneriyor hem de insanların kitleselleşerek bir cennet ütopyasına kilitlenmesini sonuçluyordu. Neticede insanı da ideolojiler içerisinde bir “kendi”lik olarak kaybediyordu. Böylece insanlar “hayat”ları öteliyordu.

Burada öncelikle paradoksal görünen bir duruma değinmeliyiz. İnsanların kabul ettikleri ideoloji, din, felsefi düşünce için çaba göstermeleri, onların temel hedefleri doğrultusunda adanmışlık en azından benim için problem olmadığı gibi takdir edilecek bir tavırdır. Bu “dava”ların bir meta anlatıya dönüşmesi de mümkündür ki, geçen yüzyılda dünya tecrübesi bunun büyük oranda böyle olduğunu göstermektedir. Fakat temel sorun; bu ideolojiler ve onun meta anlatıya dönüşmüş söylemleri içerisinde insanın kendiliğinin bir hayat olarak atlanmasıdır. Bunun doğal bir sonucu olarak insan kendi ideolojisini doğrulamak üzere tecrübesini dikkate almamakta, hayatı atlamakta ve gerçeklikten kopabilmektedir.

İslamcılığın Türkiye serüveni göz önüne alındığında bu bakışı belirgin kılan tecrübelerden mebzul miktarda görmek zor olmayacaktır. Gelinlik giymek islami değildi meselâ. Daha islami bir yaşam tarzı için evde minderde oturmaktan bahsediliyordu. Kılık kıyafet, düğün ve eğlence anlayışları da buna göre şekillenmekteydi. O günlerde bir gencin kıza aşık olması illegal ve dava açısından gereksiz bir hareketti. Birçok erkekler kızlarla ilgilenmiyormuş, onlardan birisine aşık değilmiş gibi yapıyordu.

Elbette bir Müslümanın gündelik hayatında islamiliği gözetiyor olması bir problem teşkil etmez. Ancak burada bariz şekilde dört sorun tebellür etmekteydi. Birincisi, insan doğası ve tabiliğini ıskalamaktaydı. İkincisi, meta anlatının sınırları içerisine kendisini sıkıştırmaktaydı. Üçüncüsü, ideolojileştirilmiş bir islam anlayışı çerçevesinde insaniliği atlamakta; hatta insanı meta anlatı çerçevesinde eritmekteydi. Dördüncüsü, öznelliklerin gelişmesine izin vermemiş; bunun yerine “ideolojik bir varoluş” üretmişti. (bu arada belirtilen niteliklerin sol da dahil olmak üzere o dönemde birçok ideoloji için de geçerlidir)

Bilhassa 1970’li ve 80’li yıllarda İslam savunusu o günlerde şu iki nitelikli konjonktürde cereyan etmekteydi. Birincisi, İslamcılar başta olmak üzere islami söylemin özneleri periferide yer almaktaydı. Periferik konum hem bürokratik hem de ekonomik bir çerçeveyi tanımlamaktadır. İkincisi, 1970’li yıllarda yeni tebellür eden İslamcılık periferik konumu ile birleşince retoriği güçlü ancak gerçekliği dolayımlamamış söylemiyle gelişme göstermekteydi.

İslami söylemin bugün krizini daha sonraki süreçte iki gelişme açığa çıkarmış görünmektedir. İlki, 1980’li yıllardan itibaren İslami söylemin periferiden merkeze doğru yaklaşımı ve İslamcı öznelerin bürokratik mekanizmalara girişi. İkincisi ise, bilhassa küresel postmodern düşünceye bağlı olarak öznelliklerin yükselmesi. Tüm bunların sonucu olarak İslami söylemin özneleri dünyayı farklı şekillerde deneyimlemeye başladılar.

Geçmişte “islamilik” kendiliği bastırarak bir görüntü vermekteydi; şimdi ise öznellikler geçmişin yoğun eleştirisini ortaya çıkardı. Fakat bunların ortasında hala islami öznenin “islamilik” ve “kendi”lik düalizmini aşabildiğini düşünmüyorum.