Dolar (USD)
32.56
Euro (EUR)
34.85
Gram Altın
2430.12
BIST 100
9645.02
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

18 Haziran 2012

Market dini ve dili

Genel olarak Türkiye'deki tartışmalar ve özellikle son zamanlarda tartışılan konulara dikkat edildiği zaman, ortada temel bir sorunun varlığı hemen dikkat çekmektedir. Eksen kaymalarından kürtaj sorununa kadar bu tartışmalarda yaklaşım biçimi açısından iki temel kategorinin varlığından bahsedebiliriz. Birinci kategoride yer alanlar, ısrarla "dini dil" ve referansların bu tartışmalara dahil edilmemesi gibi bir yaklaşıma sahipler. Onlar, sürekli seküler bir dil ve referans içinden konuşmayı dikte etmekte, hatta seküler dili merkeze oturtarak bunun dışındaki dil, yaklaşım ve referansları sorunsallaştırmakta ve liberalleşmesi konusunda baskı yapmaktadır. Böylece özgürlüğe ve çeşitliliğe açık olduğu iddia edilen kamusal alanın merkezi dili, liberal ve seküler olarak resmileştirilmeye çalışılmaktadır. Bunu özgürlük söylemi üzerinden yapanlar, söylemsel manipülasyonlarla dini baskıcı bir sıfatla tanıtırlarken, herkesi liberallikte eşitlemek gibi tahakkümcü, baskıcı ve totaliter bir kamusallığa giden yolları adım adım döşemektedirler.

Biz bu tartışmaları somut olarak son onbeş yıl içerisinde kamusal alan ve başörtüsü tartışmalarında yaşadık. Başörtüsünü kamusal alanda yasaklayanlar, başörtüsünün dini bir referansa sahip olması hasebiyle kamusal alanda bulunamayacağını savunuyorlardı. Bu, Fransız tipi totaliter kamusal alan anlayışına göre, kamusal alan tüm dini, ideolojik, felsefi vb. pratiklerden arınmalıydı. Fakat gözden kaçırılan nokta, başörtüsü örtmemenin de bir referansının bulunduğu idi. Bu durum açık ve örtük biçimlerde, bir dünya görüşünü dikte ediyordu.

Yeni dönemde "özgürlük" büyülü bir kavram haline geldi. Bu özgürlük söyleminin nasıl bir felsefe üzerine kurulu olduğunu öncelikle sorgulamalıyız. İnsanlar "özgürlük" sözünü duydukları andan itibaren, bunun arkaplanını hiç düşünmemekte, iki adım ötesinde gündelik yaşam ve pratiklerin nasıl şekilleneceğini öngörememektedirler. Açıkçası liberal ve seküler bir felsefeden beslenen bu özgürlük anlayışı, bir müddet sonra bu toprakların insanlarını kendi değerleri ile sorunlu hale getirmektedir. Bir istitaa (yani irade ve yapabilme gücü) olarak özgürlük vardır; fakat her varolanı yapmak insanın hakkı değildir. İyilik ve kötülüğe aynı anda istitaası olan insanın, kötülükleri yapmak hakkı falan değildir.

Bu tartışmaların ortaya çıkardığı net bir durum var: Türkiye insanına postmodern bir yaşam tarzı öneriyorlar. Postmodern yaşam tarzı, hiçbir hakikatin olmadığını, hiçbir dinin nihai değer ve yaşam tarzı sunamayacağını söylüyor. Bunu seküler bir dili merkeze oturtarak yapıyor. Fakat esasta seküler dil ve yaşam biçimini normal kabul ederek diğer din, kadim gelenek ve felsefeleri marjinalleştiriyor. İşin kötüsü Türkiye'deki bir kısım entelektüeller, bunu özgürleşmenin temel adımı olarak görüyorlar. Bu durumda diğer insanların meseleyi bile anlamadıkları söylenebilir. Bu havanın yaygınlaşmasına en büyük destek ise, zaten son onbeş yıldır bilhassa muhafazakar diye isimlendirilen kesimlerin yaşadıkları özgürlük sorunları. Bu sorunların içinden çıkmış insanlar, "özgürlük" söylemi karşısında trans hale geçiyorlar; Küresel kapitalizmin, Weber'in deyişiyle "altın kafes" içerisinde kendilerine tanınan alışveriş özgürlüğünün (!), İslam'ı bir "market dini" haline getirdiğinin farkına var(a)madan.

Bu bir kısım entelektüeller, herkesin konuşabilme özgürlüğü olduğunu söylerken, "ama işe dini karıştırmayın" diyebiliyorlar. Burada hem kamusal alanın söylemsel alanını kendileri belirlemeye çalışıyorlar, hem de sadece kendilerince meşru kabul edilen söylemlerle sınırlı bir özgürlük alanı oluşturmaya çalışıyorlar. Bu, açıkçası yeni bir totalitarizmdir; hem de özgürlük söylemi üzerinden geliştirilen bir totalitarizm.

Postmodern bir yaşam tarzında hiç kimse hiçbir şekilde bir "iyi" öneremez. Çünkü zaten ortada keşfedilmeye bekleyen bir hakikat ve dolayısıyla "iyi" yoktur. Hakikatin parçalandığı ve "iyi"nin göreceli hale geldiği bir dünyanın hangi ahlak üzerine inşa edileceği önemli bir soru(n)dur. Ahlakı, kendisi üzerine inşa edebileceğiniz bir "iyi"niz yoksa, orada bir ahlak da olmaz. Ondan sonra her şey mübah hale gelecektir. Tarih şahittir ki, üzerine ahlak inşa edecekleri "iyi"lerini kaybeden toplumlar yok olmuşlardır. Bu "iyi"nin hümanist bir temele dayandığı (yani insan egosunu merkeze alırsanız, bir ahlak kuramazsınız) durumlarda, artık insanın iştihalarını kutsar ve güçlü olanın her halükarda kazandığı orman kanununa doğru gidersiniz. Aydınlanma'dan itibaren postmodernliğe doğru yaşanan serencam da budur.