Millet-i Sadıka Gibi Aileyi de Yok Etmek İstiyorlar
Türkler, Anadolu coğrafyasına Miladi 1000 yıllarında gelmeye
başladılar. Malazgirt'te Selçuklu
Sultanı Alparslan ile Doğu Roma (Bizans) İmparatoru 4. Romen Diojen arasında
yapılan savaşı Alparslan kazandı. Romen Diyojen yaralı olarak esir edildi.
Sultan Alparslan tarafından bir müddet ağırlanan Romen
Diyojen (Dördüncü Romanos), fidye ve yıllık vergi ödeme sözü verdikten sonra,
serbest bırakıldı.
Romen Diyojen İstanbul'a dönüş yolundayken, Bizans'ta Dukas
Hanedanı iktidarı ele geçirdi. Romen
Diyojen, Dukas Hanedanı'nın adamları tarafından, Adana'da yakalanıp, İstanbul'a
getirildi. Gözlerine mil çekildi ve Kınalıada'da bir manastıra kapatıldı. Bir
kaç gün sonra, gözlerindeki yaradan dolayı öldü.
Bu savaş sonrasında Türklerin Anadolu'ya yayılması hızlandı
ve 1200lü yıllarda Anadolu, tamamen Türklerin kontrolüne girdi.
Mukaddes Kudüs şehrini ele geçirmek için Katolik Avrupa
Devletleri tarafından oluşturulan Haçlı orduları; İstanbul ve Kudüs şehrini ele
geçirdiklerinde yağma ve talan haricinde; Ortodosks, Rum, Müslüman kadınlarına
akıl almaz tecavüz ve işkencelerde bulundular. Bütün bu tecavüz ve işkenceler,
batılı tarihçiler tarafından dile getirmektedir.
Kürtler,
özellikle Doğu ve Günyeydoğu Anadolu; Ermeniler,
Anadolu'nun hemen hemen her yerinde ve Rumlar
ise Anadolu'nun orta ve batısında, yaygın olarak yaşamaktaydılar.
Türkler, 800 yıl,
bin yıl bu halklarla bir arada, büyük bir problem yaşamadan birlikte hayat
sürdüler. Bunda Devlet-i Âli Osmanî'nin Gayr-i Müslimlere karşı, adil ve
pederane bir yaklaşımla idaresinin etkisi büyüktür.
Avrupa Müstekbirleri - Emperyalistlerinin, 1789 Fransız
İhtilâli'nin getirdiği kavramlardan (Eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik)
birisi de Nasyonalizm - Irkçılık
fikridir. Bu fitne tohumu, Osmanlı coğrafyasında önce Balkanlar'da neşv-ü nema
buldu. Yunanlılar ve Bulgarlar, Osmanlıya karşı ayaklandılar.
İşte tam bu dönemde, Millet-i
Sadıka diye bir tabir kullanıldığını görüyoruz.
Bu dönemde Ermenilerin çoğunluğu, kendi dilerinden çok
Türkçe konuşuyordu.
Osmanlı'ya olan bu bağlılıklarından dolayı Ermenilere, Millet-i Sadıka denilmeye başlandı.
Birinci Dünya savaşı sırasında, İngiliz, Rus ve Fransızların
kışkırtmalarıyla özellikle Doğu Anadolu'da Ermeniler tahrik edildi. Ermeni Gençleri, ırkçı fikirlerle iğdiş
edilerek çeteler oluşturuldu ve bu
çeteler silahlandırılarak; bölgede yaşayan Müslüman ahaliye saldırttılar.
Bin yıla yakın bir zamandır, bir arada huzur içerisinde yaşayan insanlar,
birbirine düşürüldü ve on binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Osmanlı Devleti,
bölgenin sükunete kavuşması için Doğu'daki Ermeni ahalinin çoğunluğunu; Adana,
Hatay, Suriye ve Filistin'e tehcir etmek zorunda kaldı.
Dün bunu yapan Batılılar, bu gün de Anadolu insanının Aile
yapısını yok etmek için çeşitli hile ve desiselere yöneldiler.
Bunlardan birisi, son günlerde çokça tartışılan İstanbul
Sözleşmesi...
İstanbul sözleşmesi, toplum ve ile yapısının korunması için
olmazsa olmaz bir çok maddeyi içinde barındırmasına rağmen; aralara serpiştirilmiş
bazı deyim ve tabirlerle; aileyi parçalayacak tuzaklar dolu.
Maddelerdeki bu tuzakları tek tek incelemeyi başka bir
yazıya bırakarak; İstanbul Sözleşmesi tabirinin kendisinin, bir tuzak olduğunu
düşünüyorum.
Daha önce bu hususta yazdıklarımı buraya alarak dikkatinizi
bu tabire çekmek istiyorum.
İstanbul'un Müslüman toplumlar üzerinde, bir saygınlığı var.
Dünyanın neresine
giderseniz gidin, Müslümanlara 'İstanbul' dediğinizde bir saygınlık bir ihtiram
hissiyatına şahit olabilirsiniz...
Bu saygınlık ve ihtiramı yok etmek için, bu sözleşmeyi
özellikle Türkiye'nin dönem başkanlığında ve İstanbul'da yapılan toplantıda
gündeme getirip, kabul edilerek; sözleşmenin adının uluslararası alanda 'İstanbul Sözleşmesi - Istanbul Convention
' diye adlandırılmasını sağladılar...
İstanbul Sözleşmesi'nin Türkiye'ye kurulmuş bir tuzak olduğu
kanaatindeyim.
Neden derseniz...?