Mürşid şehir Diyârbekir'in fethine dair
Bir
şehr-i nûrdur ki övünsek ile’l-ebed
Peygamber emaneti her kûşesinde
mâbed (M.U.A.)
Şehirler,
mekânların yazdığı tarihlerdir. Biz her mekânı bir tabiat ve tarih kitabı gibi
okuyup yorumlayabiliriz. Çünkü şehirler, uygarlıkların ulaştığı bir aşamadır.
Sadece şehir isimlerinin kökenlerindeki değişimler incelense, uygarlıkların
kendi üstünlük gramerini zamanla nasıl oluşturdukları ve ortaya nasıl bir tarih
yazımı çıktığı görülecektir. Önümüzdeki günlerde Diyarbekir’in Müslümanlar
tarafından fethini yeniden der-hatır edecek ve tarihi yeni bir bakış açısı ile
okumaya çalışacağız. Nitekim İbni Haldun; “Geçmiş, bugüne suyun suya
benzediğinden daha fazla benzer” der. Mazide yaşananlar bize “an”ı ve
“geleceği” kurarken yol göstermeyecekse anlamsız bir hikâyeye dönüşüverir. Şimdi
hayalen el-Cezire Kıtası’na gidelim. Neler olup bittiğini beraber görelim.
İslam
dünyası; Âmed, Diyâr-ı Bekr ve El-Cezîre denilen bölgeyi fethetmeden önce burası,
Bizans İmparatorluğu’na bağlı iki kardeş tarafından idare edilmekteydi.
Bunlardan Butros, şehrin doğu kısmını ve Yuhanna ise Batı kısmını idare etmekteydi.
Yuhanna, kızı Za’ûrâ’yı Dara Valisi ile evlendirir. Kocası ile Âmed’e gelen Zaura,
şehri görünce kendisinden geçer ve şöyle der: “Mesih hakkı için bu şehirden
daha güzel ve daha sağlam bir şehir hayatımda görmedim. Ortasından akan şu
sulara bakar mısın? Çevresini dağlar gibi çeviren surlara nazar eder misin?”
Ve
yıl 639... İslam Ordusunun Diyârbekir Kalesi’ni kuşattıklarını görünce din ve
devlet adamlarıyla bir araya gelen Zaura, halkı tahrik etmeleri ve herkesin
savaşa katılmaları emrini verir. Mancınıklar dikilir ve bayraklar surlara asılır.
Iyâz
bin Ganem komutasındaki İslam ordusu içerisinde bulunan Hâlid bin Velîd, şöyle
teklifte bulunmuştur: “Düşmanlarımız görünürde bizden üstün olsalar da Allah’ın
tevfikinden ümitliyiz. Ancak sabredelim; sabreden zafere erer. Bu durumda Zaura’ya
mektub yaz. Hem korkut ve hem de gönlünü okşa” der. Bu konuşma üzerine Iyâz,
hemen şu mektubu yazar:
“Bismillahirrahmanirrahîm,
Salât
ü selam Efendimiz Muhammed’e olsun. Iyâz bin Ganem’den mektuptur:
Yüce
Allah bize zaferler nasip etmiştir. Bütün ehl-i küfre karşı bizi gâlip
kılmıştır. Yöneldiğimiz her memleketi fethettik ve karşılaştığımız her orduyu
mağlup eyledik. Zira gâlibiyet Allah ve Resûlü’nündür. Senin kalen de yıkımdan
kurtulacak kadar sağlam değildir, Süleyman bin Davud’un inşâ ettiği kaleden
daha güçlü olamaz. Onu bile Müslümanlar fetheylemiştir. Aynı şekilde Ba’lebek
ve Herakliyos’un memleketi olan Antakya da fethedilmiştir. Yüce Rabbimizin va’d
ettiği üzerine önümüzde bize zor denebilecek bir kale kalmamıştır.
Benim
bu mektubum sana ulaşınca Müslüman ol, selâmete er. Muhâlefet edersen pişman
olursun. Seni dininden ayrılman için zorlayamayız, halkını da. Zira Rabbimiz: Dinde
zorlama yoktur (Bakara, 256) buyurmuştur. Direnirsen hevâ ve arzuna uymuş
olursun ve kimin zayıf kimin muzaffer olduğunu yakında göreceksin. Selâmet,
doğruya uyananın üzerinedir.”
Mektubu
okuyan Zaura, istişare heyetini toplar ve cevabî bir mektup yazar: “Mektubunuz
geldi ve anladım. Allah’ın size zafer vereceğine dair sözleriniz Allah’ın
imhâli ve istidrâcıdır. Allah sizin hakkınızdan gelecektir. Sizden Mesih’in
intikamını alacaktır. Kaleyi ebediyyen teslim etmeyeceğiz. İstediğinizi
yapınız.” Bu mektup üzerine İslam orduları hazırlıklarını tamamlar ve surların
altında bulunan bir su kanalından yol bularak şehre girip Diyarbekir’i
fetheder.
Şimdi
asrımıza dönelim... Bu tarihî süreci yeniden analiz edelim. Savaş sonrası Iyaz
bin Ganem; el-Cezire halkıyla bir anlaşma yapmıştı:
1)
Cizye vergisini ödedikleri sürece canları, malları, aileleri, şehirleri ve
değirmenleri emniyette olacaktır. 2) Mevcut kiliseleri yıkılmayacak, yeni
kiliseler inşâ edilemeyecek. 3) Evleri işgal edilmeyecek. 4) Yol ve köprüleri
tamir edilecek. 5) Müslümanlara karşı iyi niyet sahibi olacaklar. Şayet
Müslümanlara hıyanet eder ve anlaşma şartlarına riayet etmezlerse himaye göremeyeceklerdir.
Bugün Arap dünyasının vaziyetini nasıl okumalıyız? Filistin’in durumu karşısında İslam dünyasının rehavetini nasıl yorumlamalıyız? Bir iç muhasebe ve yeni bir fetih ruhu gerekmez mi?