Dolar (USD)
32.54
Euro (EUR)
34.88
Gram Altın
2440.17
BIST 100
9716.77
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

07 Ağustos 2021

Müslümanlar gerçekliğe yenildi

İslam dininin merkezinde yer alan “tevhid” ilkesi salt akidevi bir doktrin olmayıp, insan da dahil olmak üzere bütün varlık alanlarındaki dual bir bakış açısının yol açtığı sorunların sona ermesini sağlayan bir perspektiftir.

Ontolojik olarak tevhid, tüm evrendeki varlıkların temel varoluş kaynağının Tanrı olduğu gerçeğinden yola çıkar. Varlık dünyası içerisinde görülen çeşitlilikler, son tahlilde aynı kaynak olan Tanrı’dan neşet etmişlerdir. İslami klasik literatürde “kesrette vahdet” şeklinde kavramsallaştırılan içerik buna delalet etmektedir. Bu çerçevede çok farklı kaynaklardan elde edilen bilgilerin de kaynağı Tanrı’ya dayanmaktadır.

Tevhid, evrenin ve insanın ve fenomenal dünyanın bütüncül perspektifine göndermede bulunduğu gibi insanın parçalanmasının da önünde durmaktadır. Söz gelimi; insan ruh ve bedenden oluşmaktadır. Ruh ve beden insan gerçekliğinin anlaşılabilmesi açısından önemli iki unsurdur. Ne tek başına ruh ne de tek başına insan bedeni tanımlayamaz. Bu bağlamda bedeni aşağılayan felsefeler kadar ruhu önemsizleştiren yaklaşımlar da aynı ölçüde insan gerçekliğini kavrayamazlar.

Ortaçağ’da kilisenin hakim olduğu dönemde açık ve örtük biçimde ruh yüceltilmekteydi. Hatta ruh tek başına gerçekliğin referansı olarak kabul edilmekteydi. Rönesans’tan sonra modern zamanlara geçişle birlikte “beden” “insanmerkezliliğe bağlı olarak gerçekliğin adresi oldu. Bugün yaşadığımız süreçte bedenin böyle bir hakimiyeti bulunmaktadır.

Batı düşüncesi en başından itibaren içine düştüğü bu dual yaklaşım biçiminden kurtulamamıştır. Bu dual perspektifin baskın bir şekilde tüm düşünce alanlarına yansıması ve hala sorunların bugün bile halledilememesi, dualiteyi birleştirecek bir “tevhid”in yokluğundan kaynaklanmaktadır.

Öyle ki bu yaklaşım Descartes ile birlikte insanı bir varlık olarak evrenden koparmış; insan Tanrı da dahil olmak üzere tüm varlık aleminden bağımsızlaşmıştır. Buna bağlı olarak bilgi kaynaklarının referansları da farklılaşmıştır. İnsanın bilmeye dair epistemolojik kaynağı da indirgemeye uğrayarak farklı bir gerçeklik alanı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Osmanlı’dan itibaren müslüman toplumların serencamını belirleyen şey, onların modernlikle ilişkileridir. Modernliğin aslında müslüman toplumlar üzerindeki etkisi zannedildiğinin çok ötesindedir. Öncelikle belirtilmelidir ki, müslümanlar modernlikle sağlıklı bir iliş kuramamışlardır.

Bu bağlamda modernlik belirtilen ontolojik ve epistemolojik anlayışına göre, “dünya-ahiret”, “beden-ruh”, “madde-mana”, “seküler-kutsal” kavramları arasında yarattığı dualitelerden ilk kavramları merkeze alarak bir gerçeklik dünyası inşa etmeye çalışmıştır. Bir de üretilen bilim ve teknoloji ile bugünkü manzara ile karşı karşıya kalınmıştır.

Müslüman toplumlar modernite karşısında farklı refleksler vermişlerdir. Bunlardan bir kısmı modernliğe reddiye geliştirirken, bir kısmı tamamıyla Batı’ya teslim olmuşlardır. Fakat bir üçüncü refleks de, Batı karşısında ontolojik, epistemolojik hiçbir güncelleme ve perspektif geliştirmeksizin kendilerine kapalı bir dünya yaratmışlardır. Fakat bu dünya Batı post/modernitesi ile yarışmayı bırakın, kendi dünyasını haklılaştırmak adına gerçeklikten giderek kopmayı tercih etti.

Bugün Türkiye başta olmak üzere müslüman toplumlarda, İslam’ın modern dünya ile sağlıklı bir şekilde kurulamayan ilişkisi özelde gençleri genel tüm insanları bir tercih ile karşı karşıya bırakmıştır. Açıkçası bu tercihte insanların zihninde “post/modern dünyada dinin bir gerçeklik olarak yeri kalmamıştır” şeklindeki anlayış açık ya da örtük biçimde hakim görünmektedir.

Fakat müslümanlar hala gerçeklikle sağlıklı bir temas yerine, onu görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Geçmişte “beden”i o kadar negatiflediler ki, şimdi ruhun hiç kimse yüzüne bakmıyor.