ÖZ HAKİKİ DİN HANGİSİ?
DİN
diye isimlendirdiğimiz kavramın kullanımları çerçevesinde olabildiğince yoğun
ve birbirinden farklı içeriklere göndermelerde bulunulduğunu söyleyebiliriz.
Zira birinci anlamında din, Kur’an ve Sünnet gibi temel metinler çerçevesini
tanımlamaktadır. Öyle ki bu metinlerin ifade ettiği yargıların herkes
tarafından aynı şekilde anlaşıldığını varsayan bu yaklaşımı “saf din” olarak
nitelendirmek mümkündür. İkincisi, vahyin buluşmasından itibaren Hz.
Peygamber’in (SAV) irtihalinin ardından ilimlerin tedvini ile kurumsallaşmış
hali de dinin tanımına dahildir. Üçüncüsü de, tüm mezhepleri, cemaatleri,
farklılıkları temel ve kurucu metinlerle farklı yorumların hepsini kapsayacak
bütünlüğe de din denilmektedir.
Esasen
bugün “İslam” kavramını zikrettiğimiz andan itibaren birtakım parametrelerin
altını çizmekle birlikte, mezhep, tarikat, cemaat vb. ile farklı yorum ve
düşüncelerin hepsini kapsama alanına alan bir tümelliğe atıfta bulunmaktayız.
Fakat “İslam’a göre” şeklinde başlayan cümlelerin temel metinlerden anlaşılması
gereken şeklinde somutlaştırıldığını görmekteyiz. Şunu öncelikle belirtmemiz
gerekiyor ki, her bir İslam anlayışı ya da yorumu kendisinin Kur’an ve
Sünnet’le tam mutabık olduğunu ve bu bağlamda temsil problemi olmadığını iddia
edemez. Dolayısıyla bütün islami yorum ve görüşler, Kur’an ve Sünnet üzerine
bir anlama faaliyetinden ibarettirler.
Elbette
bu İslam’a dair farklı yorum ve görüşlerin, temel metinlerle hiçbir
mutabakatının ve tekabüliyetinin olmadığı anlamına gelmez. Fakat buradaki temel
sorunlardan birisi, böyle bir tekabüliyetin mutlak biçimde tespit edilemeyeceği
ise bir diğeri de, böyle bir nihai tekabüliyete karar verecek “papalık” gibi
kurumsal bir yapının İslam’da bulunmamasıdır. Ancak buna rağmen günümüzde birçok
yorum ya da görüş, “gerçek islam” şeklindeki nitelendirmelerle tekabüliyetin
mutlaklığını iddia etmektedirler. Peki bu iddialı yargıyı öne sürecek meşruiyet
temeli ve gerekçeyi nereden bulmaktadırlar? Aslında ellerinde öyle bir
meşruiyet garantisi söz konusu değildir.
Peki
bu durumda her şey göreceli hale mi gelmektedir? Meseleyi bu şekilde ortaya
koyunca ilk sorulan soru budur. Bu soru İslam’ın da postmodern bir mantık içre
anlamlandırılmasına göndermede bulunmaktadır. Burada iki boyutlu bir açıklama yapmak
gerekmektedir. Birincisi, şayet postmodernlikle kastedilen şey nihai hakikatin
kaybolması ve tamamen görelileşmesi ise, bu kabul edilebilir bir şey değildir.
Çünkü “Tevhid” dediğimiz temel paradigma nihai hakikat olan Tanrı’ya dair bir
içeriği bize vermektedir. İslam açısından Tanrı, insanın kendisini ve dünyayı
anlamlandırması açısından bir merkezi ifade etmektedir. Elbette Tanrı’ya dair
ciddi teolojik tartışmalar vardır; ancak tevhid paradigması merkezi bir ögedir.
İkincisi, İslam’ın temel metinleri üzerine yapılan tüm yorumlar ise, yorum
olmaları itibarıyla eşittirler ve yanyanalık taşırlar. Burada yorumların yorum
olmaları itibarıyla statülerinin eşitliği postmodernlik anlamına gelmez. Her
şeyden önce hakikat iddiasının devam etmesi buna engeldir.
Anlatılanlara bakarak hem hakikat iddiasının
hem de çoğulculuğun nasıl birlikte sürdürüleceği sorulabilir. Her yorum ve
söylem kendisinin hakikat iddiasını devam ettirmekle birlikte, insani durum ve
imkanları sebebiyle yanılabileceği ve diğerlerini de dinlemesi gerektiğinden
hareket ederse sorun çözülür. Ancak hakikat tekelciliği yapacak olursa, o
taktirde bugünkü sorunlu durumları aşmak çok mümkün olmayacaktır.
Küresel
çağda herşeyin pazar ve piyasa mantığına çevrildiği bir ortamda, “öz hakiki
din” çağrıları ile açılan tezgahlar da çoğalıyor yalnız.