Seçim Öncesi Yazıları II Bush'laşamayan Trump
11 Eylül 2001’de İkiz Kulele’re yapılan saldırıdaki faillerin 15’i Suudi Arabistan’lı, 2’si Birleşik Arap Emirlikleri’nden, 1 tanesi Mısır ve bir tanesi Lübnan’dandı. Bu saldırı sonrasında Cumhuriyetçi başkan George W. Bush, ‘haçlı seferlerini yeniden başlattığını’ duyurarak 2003’te Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır veya Lübnan’ı değil, Irak’ı işgal etti.
Irak işgalinde yaşanan insan hakları ihlalleri ve trajedinin bir bölümü, işgalden bir yıl sonra 2004’te Amerika’nın ‘sol’ yayın organı CBS News tarafından Ebu Garib hapishanesinde yaşananların ifşa edilmesi ile kamuoyuna yansıdı. Her ne kadar Bush, ‘münferit bir olay’, ‘Amerika’nın Irak politikasının bir parçası değil’ açıklamalarını yapsa da, bu açıklama vicdanlarda ne işgali ne işgalciyi aklamaya yetmedi. Tarihte en büyük insan hakları ihlallerinden biri ve Amerikan tarihinde de utanç veren bir leke olarak kaldı.
George Bush, kamuoyunda pek çok gafa imza atmiş, zekası hem Amerika içinde hem de uluslarası alanda sorgulanmış, alay konusu olmuş, elinde pek çok masumun kanının olduğu bir başkan olarak görülmektedir ama hiçbir zaman gerçek manada ırkçı bir söylemde bulunmakla suçlanmamıştır. Katrina Kasırga’sına devlet yardımının çok geç ulaştırılması sebebiyle, fiiliyat düzeyinde ırkçılıkla ilgili eleştirilere muhatap olmakla birlikte söylem düzeyinde ciddi bir ırkçılık suçlamasıyla neredeyse hiç muhatap olmadı.
Bush, Teksas aksanıyla konuşan bir Connecticut’ta doğmuş, Teksas’ta büyümüş, Yale’de eğitim görmüş bir East Coast, Doğu Yakası elitiydi ve daha çok bir New York’lu gibi davranıyordu. Teksas aksanı, onunla Güney ve Orta Batı Amerika arasında bir köprü oluşturuyordu.
Amerikan Sivil Savaşı’nda köleliğin kaldırılmasına karşı olan Teksas gibi güneyli eyaletler, köleliğin kaldırılması gerektiğini savunan ve köleliği insan haklarına aykırı bulan kuzeyli eyaletler karşısında yenilgiye uğradığından beri açıktan ve söylem düzeyinde ırkçılık Amerika’da para etmemektedir. Ama ırkçılık karşıtlığının ve birlikte yaşamı savunmanın yarattığı ekonomik değere işaret eden büyük örnekler vardır.
Mesela ırkçılık ve ayrımcılık karşıtlığıyla sembolleşmiş, tarihinde köleliğin hiç yaşanmadığı, bu lekeyi taşımadığını gururla dünyaya ilan eden ve son dönemde Silikon Vadisi ile dini, dili, ırkı fark etmeksizin en seçkin global emeği kendisine çekip bir arada yaşatan Kaliforniya ise dünyanın en büyük 5. ekonomisidir ve ırkçı bir söylemi devam ettiren pek çok kötü ekonomiye sahip eyaleti de ‘sırtında taşımaktadır.’
Kuzey ve Güneyliler arasında ırkçılık üzerinden başlayan gerilim zamanla çeşitlendi. Kuzeyli eyaletlerin söylemi ‘tüm farklarımız ile bir arada güçlüyüz, bir arada yaşamı savunalım’ iken güneylilerin söylemi ‘bu ülkenin kurucu gücü WASP’tır’ idi. Yani White (Beyaz), Anglo-Sakson, Protestan. Pratikte uygulamalar üzerine pek çok tartışma yapılabilse de temelde en kaba hatları ile konu, bu ayrışmaya evrildi: Eğitimli, vizyon sahibi, demokrat kuzeylilere karşı eğitimsiz, geleneksel, ırkçı ve ayrımcı olmakla suçlanan güney.
Bush’un, Teksas aksanı, güneyli seçmen ile arasında bir köprü görevi gördü. Bu aksanla güneylilerden oy almayı başardı fakat söylem düzeyinde Bush’un konfederasyonculara, yani Sivil Savaş döneminde güneyli devletlerin değerlerini savunan ve ana dayanak noktaları dindarlık ve ırkçılık olan gruba, cesaret verdiğini veya onların söylemlerini politik düzleme taşıdığını söylemek doğru olmaz.
Orta Doğu’da bir sürü trajedinin mimari olan Bush, ilginç bir şekilde, hiçbir zaman güneyde oluşturan ırkçı, İslam düşmanı, göçmen düşmanı çekirdeğe sırtını yaslamadı ve bu söylemi öne çıkarmadı. O konuda bir New York’lu gibi davrandı ki bugün kendisiyle ahbaplık eden ve ziyaret edenlere baktığınızda nerdeyse emekli bir demokrat başkan olduğunu düşünebilirsiniz.
Cumhuriyetçilerden oy almasına rağmen Bush’un bu siyasi konumlanması oldukça önemli ve dikkat çekicidir.
Buna karşılık, kızgın ve öfkeli demokratların oyları ve sistemden ve ona dair anaakım her değerden yorulmuş kitlenin oyu ile bence kendisine de sürpriz olan bir biçimde başkan seçilen Trump tam anlamıyla elitindendi. Neredeyse New York’u yeniden inşa etmiş müteahhit bir babanın çocuğuydu. Hayatının merkezinde din veya ırk olmadığı açıktı. Dindar bir aileden gelmiyordu, dindar biri değildi, babası Alman bir göçmen, annesi İskoçyalı bir göçmendi. Dolasıyla göçmen karşıtlığı ile de büyütüldüğünü düşünmek de zor.
Trump’ı 3 döneme ayırmak gerektiğini düşünüyorum: İlk Trump Dönemi, Orta Trump Dönemi ve Son Trump Dönemi.
Seçimi kazandığı ilk Trump döneminde sermaye sahibi bir elit olarak herhangi bir sermayenin kendisini satın alamayacağı düşünülen Trump vardı. Bu dönemde ‘satın alınamaz’ adam imajına en çok katkı sağlayan hareketlerinden biri, ‘Orta Doğu’daki güçlerimizi çekeceğiz’ söylemiydi. Bu söylem, Amerikalılar için eğitim ve sağlığa harcanması gerekirken sonunda kaybedilen savaşlara ve geri çekilinen işgallere harcanan paraydı. Trump’ın bu fikri sadece ABD içinde değil, ‘3. Dünya’da da ona karşı bir sempati oluşmasına sebep oldu ve ‘dünya lideri’ olarak görülebileceğinin sinyallerini verdi.
Seçim öncesi ve sonrasında ilaç endüstrisine karşı yaptığı konuşmalar da pek çok insanın gönlünü fethetmişti.
Trump’un söylemi başkanlığının sonlarına doğru yerleşik düzene karşı bir söyleme evrilmeye başladı ancak bununla çelişir bir biçimde, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi, travel ban uygulaması sadece Müslümanları değil, kendisine oy vermiş iki devletli barışı savunan Amerikalıları da kızdırdı.
Kadın düşmanı söylemleri de bu dönemde medyada ayyuka çıkarıldı. Aslında küresel ajandaya karşı durabilecek, rahatsızlık duyulan anaakım pek çok konuya çözüm bulabilecek kudrette bir adam imajıyla öne çıkma şansı varken bu şansı Orta Trump döneminde gittikçe zayıflattı.
Orta Trump Dönemi, New Yorklu bir müteahhittin oğlu olan, hayatında dindarlığına dair tek bir ibare bulunmayan Trump’ın yavaş yavaş konfederasyon bayraklarını çıkarırken hiçbir vicdani rahatsızlık duymayan güneyli çekirdeğe doğru olan yolculuğunu içerir.
Bu dönemde New Yorklu müteahhit artık eni konu güneyde taşradaki bir barda oturan ortalama bir güneyli gibi konuşmaya başlamıştır…Ancak hala alternatif söylemleri bulunmaktadır ve anaakım medyada kendisine karşı yürütülen propagandanın abartılı boyutunun rahatsız ettiği insanları etrafında toplayabilmektedir.
Bugün artık Trump, son Trump Dönemi’nde ırkçı, ötekini dışlayan bu söylemini ‘olgunluk çağı’na eriştirmiştir. Başta New York’u inşa eden kentli, zengin, satın alınamaz girişimci imajı yavaş yavaş silinip gitmiştir.
Trump, ilk seçim döneminde siyasi iddiaları ve önermeleri belirsiz ama mevcut düzenden rahatsız ‘samimi’ bir politikacı imajı çiziyordu. Yıldan yıla politik iddiaları şekillendi, bu arada kendisine açılan davalar ve ödenmesi gereken yüklü kefaretlerle yüzleşti…Bu olaylardan sonra belirli güç odaklarıyla yakınlaşıp yakınlaşmadığı sorgulandı. İsrail’in sorumsuz politikalarının demokratlarca bile eleştirilir hale gelmesine karşın, onun sonuna dek İsrail’in her politik hareketi ve kararına sahip çıkması bu sorgulamaları ve soru işaretlerini arttırdı. Netanyahu’dan kişisel olarak pek de hoşlanmadığı düşünülen Trump’ın Netanyahu’ya gösterdiği teveccüh belki güneyli çekirdek tarafından hoş karşılansa da büyük çoğunlukta esef hoş karşılanmadı. Netanyahu’nun kongredeki konuşmasına katılmayan bir başkan adayına karşın (Harris) onunla dostça fotoğraflarla sonuna dek detsek sözü veren bir başkan adayı (Trump)….
Bu bağlamda Trump’ın, sadece bu yıllar boyunca anaakım demokrat medyanın kendisini olmakla suçladığı siyasi profile yavaş yavaş gönüllü olarak dönüşmüş olması değil, kendisinin temsil ettiğini iddia etmeye başladığı yerleşik düzene ve dolaylı olarak da küresel sermaye ve ajandaya karşı pozisyonu da bu sorgulama ve soru işaretlerine eklenmiş oldu.
Özetle Trump, Bushlaşamamıştır. Irak’ın işgalini gerçekleştirmiş, yönetimi döneminde Ebu Garib skandalı gibi büyük bir skandala imza atmış Bush bile bugün ırkçı olmakla, göçmen düşmanı olmakla, İslamofobik olmakla, hiçbir savaş başlatmamış, hiçbir yeri işgal etmemiş Trump kadar suçlanmamaktadır çünkü pratikte ne yaparsa yapsın teoride ırkçı bir söylemi dillendirmemiş veya hiçbir grubu ırkçılık söylemi ile arkasına almaya açıktan çabalamamıştır. Dolayısıyla hafızalarda bir ırkçı olarak kalmamıştır.
Bu tabloyu açıklamaya küresel medyada Trump’a karşı başlatılan olumsuz propaganda (ki İlk Trump dönemi için dikkate alınabilecek bir iddiadır) artık yetmemektedir.
Trump, yerli olacağım derken ırkçılık ve ayrımcılık kuyusuna düşmüştür. Bu sadece Amerikan toplumunda değil, her dilden, dinden, ırktan insanı bir arada yaşatan ve yaşatma iddiasında olan herhangi bir toplumdaki herhangi bir politikacının düşeceği en büyük gayya kuyusudur.