Dolar (USD)
32.55
Euro (EUR)
34.85
Gram Altın
2433.81
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


"Tanrı yoksa herşey mübahtır"

Artık kalıplaşmış bir ifade haline gelen “Tanrı yoksa herşey mubahtır” sözünü Dostoyevski de kendi kitabında bir bunalımın içinden söyler. Son zamanlarda bu sözün ahlaki zafiyetleri meşrulaştırdığı yolunda görüşler öne sürülmektedir. Bir başka deyişle, bu söz ahlaklı olmanın ancak Tanrı ile mümkün olacağını ihtiva ettiği iddiasıyla eleştirilmektedir. Peki durum gerçekten böyle midir?

İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren kendisi ve dünyaya anlam vermek ister. Anlam verme, insanın kendi konumunu belirleme ve dışarıya karşı tavır alma açısından oluşacak belirsizlikleri gidermek bağlamında önemlidir. İnsanın anlam verme bakımından birkaç imkanı vardır. Bunlar duyu organları, akıldır.

İnsanı kuşatan dış dünya nesnelerle doludur. İnsan bir süje olarak objelerle ilişki kurarak onlardan bilgi elde eder. Mengüşoğlu kitabında bilgiyi “süje ile obje arasındaki ilişkiden doğan her türlü akt” olarak tanımlar. İnsanın temel problemi eşya (obje) hakkında doğru bilgi elde etmek. Çünkü ancak eşya hakkında doğru bilgi elde ettiğiniz zaman sağlıklı olarak anlam verebilir ve dış dünya ile ilişki kurabilirsiniz.

“Doğru” bilginin oluşabilmesi süje tarafından eşyaya dair üretilen bilginin eşya ile örtüşmesi gerekir. Bu örtüşme “isabet ettirmek” kelime anlamına sahip “Hikmet” kavramıyla ifade edilir. Bu bilginin isabetli olması, aynı zamanda süje ile eşya arasında bir temsil problemi olmadığını göstermekteydi. Geleneksel dönemde hakikatin dış dünyada insandan bağımsız olarak bulunduğu ve keşfedilebileceği genel kabul görmüştü.

Descartes süje ve epistemoloji merkezli bir anlayışla kırılma yarattı. Kant dış dünyanın olduğu gibi (kendinde şey) bilinemeyeceğini, ancak fenomenler dünyasıyla bilgimizin sınırlı olduğunu vurguladı. Bilgi insandaki kategoriler üzerinden süje merkezli olarak elde edilmekteydi. Süje merkezlilik özellikle 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bir temsil problemine doğru evrildi. Nihayetinde postmodern epistemoloji en başta süje ile eşya arasındaki epistemolojik düzlemde temsil krizini derinleştirdi.

Tabii ki tüm bu süreçler Aydınlanma ve modernlik dolayımıyla akıl üzerinden gerçekleşti. Zaten duyu organlarına sonuna kadar güvenemeyeceğimiz ortaya çıkmıştı. Fakat postmodernizmle anlaşıldı ki, aklın yolu bir değilmiş. Bazıları aklı, bir ucundan malzemeyi verince diğer ucundan çıktıları alınacak bir mekanizma olarak düşünüyorlar. Aklın yaptığı işlemler var ancak bu işlemlerin gerçekleşebilmesi öncesinde bazı alt varsayımların kabul edilerek yola çıkılmasını gerektiriyor. Aksi halde akıl çok farklı çıktıları üretebilecek “aklileştirme” işlemlerini gerçekleştirebiliyor. Tam da bu sebeple aklın işlemlerinin sonuca ulaşabilmesi insanın kendi dışında bazı sabiteler ile mümkün hale gelmektedir.

Kanaatimizce “Tanrı yoksa herşey mubahtır” sözü aklın dış dünyada sabiteler olmadan aynı konuda birbirinden farklı çıktılar üretebileceğine atıfta bulunması bağlamında anlamlıdır. Şayet “Tanrı” aklın işleyişinde bir sabite olarak ele alınırsa, bu durumda insanın kendi dışında bir “başlangıç noktası”na sahip olduğu söylenebilir. Halbuki “akıl” insanın kendi yetisi olarak bir başlangıç noktasına sahip değildir. Dolayısıyla Tanrı’dan bağımsız olarak düşündüğümüzde, aklileşme yolu takip edildiğinde farklı “akli” tercihler insanın önüne açılabilir.

İçinde yaşadığımız postmodern çağ epistemolojik doğruluğun sınırlarını insan tekinin sınırlarına kadar daraltmıştır. Aynı zamanda insan için herhangi bir başlangıç noktası kalmamıştır. İşte bu sebeple postmodernizm “herşey gider” diyebilmektedir.