Dolar (USD)
32.52
Euro (EUR)
34.79
Gram Altın
2420.30
BIST 100
9720.42
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Üçüncü Meclis: Hz. Adem Câhil miydi?

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Şeyh Gâlib

Bu haftaki yazımızda Mecâlis-i Seb’a’nın üçüncü meclisinde yine Hz. Mevlânâ’yı dinleyeceğiz. Mevlânâ, insanı ele alıyor. Biz bu mecliste, Âdem ile Havva’yı anlamanın bütün bir insanlığın hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğreniyoruz. İnsanın bütün halleri Âdem’de gizli ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmiştir.

Hz. Âdem, bugünlerde bazı sanatçıların ve onun fikrini savunanların düşündüğü gibi ilkel, bilgisiz ve günahkâr bir öze sahip değildir. Bilakis özü itibariyle o, âlem-i kübrâdır. Mevlânâ irfânı açısından bakıldığında, Hz. Âdem, Hakk’ın sûretinde yaratılmış en büyük âlemdir. Maddî ve mânevî tüm varlık, bilgi ve değer türleri arasında bulunan ve değerler manzumesi içerisinde hilâfet potansiyeli taşıyan tek varlıktır. Allah, onu kendi Rab’lığının bilgisine âşinâ kılmıştır. Hakk’ın cemâl ve tecellîlerini, kendi vücûd usturlabından parça parça müşâhede edebilecek yapıdadır. Mevlânâ, “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti” [Bakara 2/31] âyeti ile insanın bilgisi meselesini de ele almaktadır. Buna göre Allah, Hz. Âdem’i (as) vahye ve sevgiye mazhar kılmıştır. Ona tüm isimleri öğretmiş, o da her şeye yakışan ismi bulmuş ve vermiştir. Üstelik Allah’ın emriyle o isimleri meleklere de öğreterek onların hocası olmuştur.

Hz. Mevlânâ, üçüncü mecliste insanın mahiyetini anlamamız için bir hikaye nakletmeye başlar: Bir pâdişah varmış, âdil ve âlim bir padişah. Hile, aldatmaca, mazlumu ezme gibi şeyler onun kitabında yazmazmış. Padişahın düşkün bir kölesi varmış. Padişah bu kulunu hepsinden daha çok sever, sırlarını ona söyler, onun sırrını ise kimseye söylemezmiş. Padişahın emri altında çalışan diğer kişiler kendi aralarında, “Bu kul hangi özelliği ile padişahın bu kadar çok sevgisine mazhar oluyor?” diyerek kıskançlık duygularını dile getiriyorlarmış. Padişah, onların bu kula karşı kıskançlıklarını görüyor fakat onlara hiçbir şey söylemiyormuş. Bir gün içlerinden birisi, “Artık sabrım kalmadı. Padişaha bu sevginin sebebini sormam gerek” demiş. Ama bunu nasıl söyleyecekmiş? Padişahın çok neşeli olduğu bir zamanda beyler, padişahın rahmet kapısının açık olduğunu görmüşler ve hep birden huzurunda diz çökmüşler ve “Padişahım, hakim sensin, âlim sensin. Biz ne kusur ettik bilmiyoruz fakat bu kulun sana nasıl hizmet ediyor ki onu bizden üstün tutuyorsun. Bilelim ki biz daha iyisini yapalım” demişler. Padişah buyurmuş ki, onun hünerlerinden birisi hep bana bakması ve gözünü yüzümden ayırmamasıdır. Beyler demişler ki, “Ey ulu padişah! Bundan daha kolay ne var ki? Biz bunun en alasını yaparız.” Bütün beyler, işi gücü bırakıp padişahın yüzüne bakmaya başlamışlar. Padişah özel mabeyncisine, davulhaneden tüm davulları çıkarmasını, saray damından aşağıya fırlatmasını istemiş. Biraz sonra korkunç gürültüler işitilmeye başlamış. Padişahın huzurunda bulunan beyler, “neler oluyor?” diyerek sağa sola kaçışmaya başlamışlar. Has kulun gözü ise padişahın simasında kalmış. Gözü kaymamış ve sınırı aşmamış.

Bu hikayede kastedilen padişah, Allah’tır, beyler ise meleklerdir. O has kul ise insandır. Allah insana itibar edip yarattığı zaman, melekler Allah’a “yeryüzünde kan döküp fesat çıkaracak bir varlık mı yaratacaksın? Oysa biz sana gece günüz hamd ediyor ve seni tesbih ediyoruz” demişler. Allah, doğru söylersiniz fakat ben onda sizin elinizden gelmeyecek bir hizmet biliyorum, der. O insana biz, yedi göğün en garip, en ilginç şeylerini gösterdiğimiz zaman o, bakışlarını ilahî cemalden ayırmadı. Bana seni gerek, seni dedi.