Üçüncü Meclis: Hz. Adem Câhil miydi?
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh Gâlib
Bu
haftaki yazımızda Mecâlis-i Seb’a’nın üçüncü meclisinde yine Hz. Mevlânâ’yı
dinleyeceğiz. Mevlânâ, insanı ele alıyor. Biz bu mecliste, Âdem ile Havva’yı anlamanın
bütün bir insanlığın hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğreniyoruz. İnsanın
bütün halleri Âdem’de gizli ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmiştir.
Hz.
Âdem, bugünlerde bazı sanatçıların ve onun fikrini savunanların düşündüğü
gibi ilkel, bilgisiz ve
günahkâr bir öze sahip değildir. Bilakis özü itibariyle o, âlem-i
kübrâdır. Mevlânâ irfânı açısından bakıldığında, Hz. Âdem, Hakk’ın sûretinde
yaratılmış en büyük âlemdir. Maddî ve mânevî tüm varlık, bilgi ve değer türleri
arasında bulunan ve değerler manzumesi içerisinde hilâfet potansiyeli taşıyan
tek varlıktır. Allah, onu kendi
Rab’lığının bilgisine âşinâ kılmıştır. Hakk’ın cemâl ve tecellîlerini,
kendi vücûd usturlabından parça parça müşâhede edebilecek yapıdadır. Mevlânâ, “Allah, Âdem’e bütün
isimleri öğretti” [Bakara
2/31] âyeti ile insanın bilgisi
meselesini de ele almaktadır. Buna göre Allah, Hz. Âdem’i (as) vahye ve sevgiye
mazhar kılmıştır. Ona tüm
isimleri öğretmiş, o da her
şeye yakışan ismi bulmuş ve vermiştir. Üstelik Allah’ın emriyle o
isimleri meleklere de
öğreterek onların hocası olmuştur.
Hz. Mevlânâ, üçüncü mecliste insanın mahiyetini anlamamız
için bir hikaye nakletmeye başlar: Bir pâdişah varmış, âdil ve âlim bir
padişah. Hile, aldatmaca, mazlumu ezme gibi şeyler onun kitabında yazmazmış.
Padişahın düşkün bir kölesi varmış. Padişah bu kulunu hepsinden daha çok sever,
sırlarını ona söyler, onun sırrını ise kimseye söylemezmiş. Padişahın emri
altında çalışan diğer kişiler kendi aralarında, “Bu kul hangi özelliği ile
padişahın bu kadar çok sevgisine mazhar oluyor?” diyerek kıskançlık duygularını
dile getiriyorlarmış. Padişah, onların bu kula karşı kıskançlıklarını görüyor
fakat onlara hiçbir şey söylemiyormuş. Bir gün içlerinden birisi, “Artık sabrım
kalmadı. Padişaha bu sevginin sebebini sormam gerek” demiş. Ama bunu nasıl
söyleyecekmiş? Padişahın çok neşeli olduğu bir zamanda beyler, padişahın rahmet
kapısının açık olduğunu görmüşler ve hep birden huzurunda diz çökmüşler ve “Padişahım,
hakim sensin, âlim sensin. Biz ne kusur ettik bilmiyoruz fakat bu kulun sana
nasıl hizmet ediyor ki onu bizden üstün tutuyorsun. Bilelim ki biz daha iyisini
yapalım” demişler. Padişah buyurmuş ki, onun hünerlerinden birisi hep bana
bakması ve gözünü yüzümden ayırmamasıdır. Beyler demişler ki, “Ey ulu padişah!
Bundan daha kolay ne var ki? Biz bunun en alasını yaparız.” Bütün beyler, işi
gücü bırakıp padişahın yüzüne bakmaya başlamışlar. Padişah özel mabeyncisine,
davulhaneden tüm davulları çıkarmasını, saray damından aşağıya fırlatmasını
istemiş. Biraz sonra korkunç gürültüler işitilmeye başlamış. Padişahın
huzurunda bulunan beyler, “neler oluyor?” diyerek sağa sola kaçışmaya başlamışlar.
Has kulun gözü ise padişahın simasında kalmış. Gözü kaymamış ve sınırı aşmamış.
Bu hikayede kastedilen padişah, Allah’tır, beyler ise
meleklerdir. O has kul ise insandır. Allah insana itibar edip yarattığı zaman,
melekler Allah’a “yeryüzünde kan döküp fesat çıkaracak bir varlık mı
yaratacaksın? Oysa biz sana gece günüz hamd ediyor ve seni tesbih ediyoruz”
demişler. Allah, doğru söylersiniz fakat ben onda sizin elinizden gelmeyecek
bir hizmet biliyorum, der. O insana biz, yedi göğün en garip, en ilginç
şeylerini gösterdiğimiz zaman o, bakışlarını ilahî cemalden ayırmadı. Bana seni
gerek, seni dedi.