Umuda yolculuk: Hicret!
Takvimlerin hızla aktığı, gündemin her an değiştiği, insanların kendi dertleriyle boğulma durumuna geldiği, hele de pandemi sürecinin bir çok sıkıntıları gün yüzüne çıkardığı şu anlarda tarih sayfalarından müminler için milat olan hicretin olması ümidi tazeliyor.
Takvimler 22 Temmuz 622 yılını gösterdiğinde bedevilikten
medeniliğe doğru bir yolculuk başlamıştı. İmanını hayatına şahit kılmak isteyen
inananlar can güvenliğini kaybettiği topraklardan özgürlüğünü yaşayacağı,
doğruyu anlatacağı yere yola koyulmuştu. Böylelikle Medine medeniyete merkez
oldu.
Ümitler asla bitmedi. İnananlara Hak Teala’nın vaadi vardı.
Yeryüzü saltanatı ancak güvenip teslim olanların olacaktı. Bunun içinde
öncelikle bütün bağlardan kurtulmak gerekirdi. Allah’ın ilk evi olan Kabe bile
olsa bu bağ kopmalıydı. Zira Allah’ın arzı genişti, bütün yeryüzü mescitti.
Medine muhacire kucak açmış, tarih boyunca hayırla yad
edilecek evlatları bağrından çıkartmıştı. Her şeyini paylaşan fedakar Ensar’a
muhacir “Bana çarşının yolunu göster, ekmeğimi taştan çıkarırım” diyerek eline kazmasını, sırtına çuvalını
alarak çarşı yollarına düşmüştü.
Muhacirlerin aklı, kalbi, gözleri namaz için yöneldikleri,
hac için yollara düşmeyi istedikleri, Arafat’ı, Mina’sı, Müzdelife’si, Safa’sı,
Merve’si olan doğup büyüdükleri topraklarıydı. Lakin bunun için daha çok
güçlenmeleri gerekirdi. Beklenen gönüllerin fethi ile oldu. Evlerinden kaçan
muhacirler aynı topraklara fatih olarak girdi.
Yeryüzü müminler için genişti. Bütün dünya nimetleri de iman
edenler için sunulmuştu. Verdiği nimetin şükrü de; görmek ve bütün
imkanlarından azmadan faydalanmaktı. Nimetlerinden faydalanılamayan ve ölümle
tehdit edilen ortamdan da tıpkı Allah Resulü ve arkadaşları gibi hicret
edilmeliydi. Zira hak Teala "Allah'ın toprağı yeterince geniş değil
miydi, hicret etseydiniz ya!" diye soracaktı.
Tek başına ümmet olan Allah Nebisi Hz. İbrahim, Nemrut’un
zulmünden, kendisini hiç anlamayan babası da dahil kavminin yanından, inancını
yaşamak için hicret ederken “Ben, Rabbim’ in yanına gidiyorum” diyerek bizlere örnek
olmuştu.
Hz. Musa, bir eli yağda bir eli de balda saraydayken,
yaşanan haksızlığa kör ve sağır kalmadı. Ölmemek için kaçtığı şehre iman gücü
ile döndü. Hakkı yumuşak bir üslupla anlattı, yanına inananları da alarak
tekrar hicret etti. Arkasından yetişen
firavun ve ordusunun gözlerinin önünde boğulmaları, son anda secdeye
kapılmaları ise delil olarak günümüze kadar kaldı.
O zaman ki toplumundan bir nebze olsun uzak kalmak için
dağlara çıkan Abdullah oğlu Muhammed (a.s.) vahyin bütün ağırlığı ile dağdan
aşağıya indi. Zira inmeden hakkı anlatamayacak, sabrı tavsiye edemeyecekti.
Bütün toplumunu karşısına aldı. Makamını, mevkiini, gücünü,
işini, evini, sahip olduğu her şeyi kaybetmekle karşı kaşıya kaldı. Seçim
yapılmalıydı. Ya nimetlerin geçici olduğu dünya, ya da ölüp de tekrar geleni
olmayan, tamamen gayba iman esası üzerinde oluşan, elle hissedilmeyen, gözle
görülmeyen Ahiret...
Hicret; bedenimize ağır gelen, hayatın her alanını kapsayan
bütün korkulardan uzaklaşmaktır. Zira Allah Resulü muhaciri “ Allah’ın
yasakladıklarını terk eden” olarak yapmıştır.
Hicret; adeta insanlığımızın önüne açılan bir kapıdır. Bu
kapıdan giremezsek, vicdanlarımız hapistir. İçimizden gelen sese kör ve sağır
kesilebiliriz. Hakkı örtüp batıla sarılabiliriz. Dünya nimetlerine dalıp
gerçeğin üzerini örtebiliriz. Allah’ın yasakladıklarını meşru kılma gayreti içine
girebiliriz.
Hasılı Kelam; malımız varislerimizin, bedenimiz toprağın,
canımız ise Allah’a aittir. Dünyada her birimiz huzurun peşindeyiz. Huzur da
ancak Allah’ın yasakladıklarını terk etmekledir. Bunun için de ölümün olmadığı
mekana, asıl vatana hazırlık yapılmalıyız. Misafir olunan dünyada ev sahibi
gibi olmadan sınırları aşmadan adil olmalıyız. Umudumuzu ve ümidimizi
yitirmemeliyiz. Hayat devam ediyor...
Bismillah! Hicretimiz mübarek olsun…