Yahudilik-Masonluk münasebeti (56)
Wilson’ın Masonluğu mes’elesi
Amerika’yı
Türkiye, Prusya ve Avusturya-Macaristan’a karşı –büyük bir ikiyüzlülükle- Hukûk
Dâvâsı güttüklerini iddiâ eden, dîğer taraftan mazlûm dünyânın tamâmını
sömürgeleştirmiş bulunan, üstelik daha onlarca sene sömürgelerini muhâfaza
edecek olan İngiltere ve Fransa saflarında 1. Cihân Harbine sokan, bu sâyede bu
büyük sömürgeci safların kazanmasını, Osmanlı, Alman ve Avusturya-Macaristan
İmparatorlukları ile Çarlık Rejiminin tasfiye edilmesini sağlıyan Woodrow
Wilson, Mason kaynaklarında, umûmiyetle, Mason olarak tanıtılmıyor. Hâlbuki bu
husûsta ciddîye alınması lâzım gelen Fransa Millî Kütübhânesi’nin (La
Bibliothèque nationale de France –BnF-) İnternet Sitesinde, onun, Cem’iyet-i
Akvâm’ın -Léon Bourgeois ile berâber- başlıca iki mîmârından biri ve bu her iki
Devlet Adamının da “Mason” olduğu kaydediliyor…
Bu bilgi,
Fransa Millî Kütübhânesi’nin kendi İnternet Sitesinde neşrettiği “Les
Essentiels (Esâs Olanlar)” dosya dizisinden “La franc-maçonnerie d’hier à
aujourd’hui (Dünden Bugüne Masonluk)” dosyasına dercedilmiş “Ce que la
République doit aux Francs-maçons (Cumhûriyet’in Farmasonluğa Borçlu Olduğu
Şeyler)” başlıklı bir makâle içinde veriliyor. Bu bilgiyi ihtivâ eden paragraf
ile onu tamâmlıyan bir sonraki paragrafta şöyle deniliyor:
“Siyâsî planda Léon Bourgeois Birâder tarafından
temsîl edilen Tesânüdcülük (le
solidarisme) cereyânı, Birinci Cihân Harbi sonrasında yavaş yavaş tavsadı
ve yerini iki hâkim ideolojiye bıraktı: Liberalizm ve Marksizm. Harb sonrası
millî ve beynelmilel siyâsî hayâtı şekillendiren ve birbirlerine şiddetle
–üstelik, nâfile yere- cephe alan ideolojiler bunlar oldu. Bu siyâsî
kutublaşmayı bertaraf etmiye çalışan bir proje, iki Farmason -Léon Bourgeois ve
ABD’nin 28. Cumhûr Reîsi Woodrow Wilson- tarafından kurulan Cem’iyet-i Akvâm’dır.
İnsanlığın haklarının üstünlüğü umdesini vaz’eden bu proje, hukûkî sâhada, 1948
Cihânşümûl İnsan Hakları Beyânnâmesi tarafından têyîd ve têkîd edilecekdir. (Porté politiquement par le frère Léon
Bourgeois, le solidarisme se dissout progressivement après le premier conflit
mondial, emporté par les idéologies dominantes, le libéralisme et le marxisme,
qui s’opposeront de manière forte – et stérile – et structureront la vie
politique nationale et internationale qui suivra la Grande Guerre. Un projet viendra
tenter de briser la bipolarité politique : la création, en 1919, de la Société
des Nations, par deux francs-maçons, Léon Bourgeois et le vingt-huitième
président des États-Unis, Woodrow Wilson. Posant le principe de l’intérêt
supérieur des droits de l’humanité, il sera consacré, en droit, par la
Déclaration universelle des droits de l’homme en 1948.)
“Nobel
Sulh Mükâfâtının hâmili (1920) tek Fransız Masonu olan Léon Bourgeois, bu
mükâfâtın kendisine takdîm edildiği merâsimdeki nutkunda, kendisinin -tam
mânâsıyle masonî mâhiyette olan- düşüncesini hülâsa eden şu sözleri
sarfedecekdir: ‘Târihin en büyük inkılâbı, aklın, Beşeriyetin tamâmı için
hukûkî şahsıyet esâsını kabûl etmesine ve bütün hemcinslerine ‘insan’ sıfatını
lâyık görmesine imkân veren inkılâb değil midir? Tamâmı, hak ve mükellefiyetler
bakımından müsâvî ve Beşeriyetin istikbâli için birbiriyle dayanışma hâlinde
insanlar… Ne hayâl ama!’ (Léon Bourgeois,
qui est le seul franc-maçon français à avoir reçu (en 1920) le prix Nobel de la
paix, écrira, dans le discours du récipiendaire, ces mots qui résument
parfaitement sa pensée profondément maçonnique: ‘La plus grande révolution de
l’histoire n’est-elle pas celle qui a permis à la raison de considérer vraiment
l’humanité tout entière comme sujet du droit et de reconnaître le titre d’homme
à tous les humains? Tous les hommes égaux en droits et en devoirs, solidaires
du sort de l’humanité, quel rêve.’)” (Laurent Kupferman, “Ce que la République doit aux
Francs-maçons”;
Fransa Millî Kütübhânesi’nin (Bibliothèque nationale de France) Sitesinde,
Cem’iyet-i Akvâm’ın (Société des Nations) başlıca müessisleri Woodrow Wilson
ile Léon Bourgeois’nın her ikisinin de Farmason olduğunun kaydedildiği sayfa…
***
İnsanların haysiyet bakımından müsâvâtı ve bilumûm
İnsan Hakları dâvâsının bayrakdârı Masonluk mu, yoksa Müslümanlık mıdır?
Makâle Müellifinin kendisinden iftihârla bahsettiği
Léon Bourgeois bu sözleri sarfettiği zamân, dünyâda, kendi memleketinin,
İngiltere’nin ve daha başka Avrupa memleketlerinin sömürge mezâlimi bütün dehşetiyle
devâm ediyordu ve daha uzun seneler devâm etti… Hattâ dolaylı, mürâîce şekiller
altında el’ân dahi devâm ediyor… Dîğer taraftan, o gûyâ “Hürriyet diyârı”
Amerika ve Kanada gibi memleketlerde, “Kızılderili” jenosidi ve Siyâhîlere
yönelik zulüm de berdevâmdı…
Ayrıca, Farmasonluk, Beşeriyetin her bir mensûbuna
hukûkî şahsıyet tanınması mücâdelesinin ve “İnsan Hakları” dâvâsının öncüsü
olduğunu iddiâ etmekle, târihî vâkıaları tahrîf etmiş oluyor. Zîrâ, Kitâbullâh,
Farmasonluğun 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Beyânnâmesi’nden on iki asır
evvel, beyaz, sarı, kızıl, siyah yâhûd kadın-erkek veyâhûd Müslim / Gayr-i
Müslim her insana, hukûkî şahsıyet ve haysiyet bakımından müsâvât hakkını
tanımış ve Resûlullâh’ın eliyle bunu derhâl tatbîkata koymuştur. Bu çerçevede
köleler dahi hukûkî şahsıyete mâlikdir ve Kur’ân-ı Kerîm, bu menfûr müessesenin
lağvı için Müslümanlara muhtelif yollar göstermiştir. (Sonraki sapmalardan
elbette ne Resûllâh, ne Kur’ân-ı Kerîm mes’ûldür; mes’ûller sapanlar,
saptıranlardır…) Üstelik, İnsanlık târihinin –nazarî değil, fiilî- ilk Cumhûrî
Esâsiyesi de (İnsan Haklarına dayalı “Demokratik” Kânûn-u Esâsiyesi; ki buna,
dar bir görüşle, “Medîne Senedi”, “Medîne Vesîkası” diyenler vardır) Resûlullâh
Hazretlerinin eseridir. Bu meyânda, hemen dikkati çekmek isteriz ki İnsan
Haklarına dayalı “Modern Demokrasi”, Kadîm Yunan’ın veyâ Atina’nın köleci,
“metekci”, sömürgeci ve Yunanlı olmıyan herkesi “barbar” gören “Demokrasi”sine
dayanmaz… (Bu husûslarda şu eserimizde mufassal îzâhat mevcûddur: Kur’ânî Milliyet Telakkîsi ve Irkçılık
Sapması, Ankara: Kurtuba Yl., Aralık 2015, 470 s.) (Belki de, bizim
kullandığımız mânâda, “Demokrasi”, “Cumhûrî Nizâm”, “Cumhûriyet” yerine
“Hakkiyet” demek daha isâbetlidir…)
Kaldı ki İnsan Hakları, İlâhî Müdâheleye ilâve olarak,
Beşeriyetin binlerce senelik fikrî-ictimâî tekâmülünün ve mücâdelelerinin de
mahsûlüdür ve kökleri Kadîm Sümer’e, Mısır’a, Hammurâbi Kânûnnâmesi’ne, v.s.
kadar gerilere gider… Bununla berâber, İnsanlığın fikrî-ictimâî-hukûkî
tekâmülünde dîn âmili, dâimâ, ön planda olmuştur. Meselâ Kadîm Mısır’a âid aşağıdaki
iki dînî metin, ne kadar ileri bir insanlık anlayışını temsîl ediyorlar!
Birinci metin: Güneş Mâbûdu Râ’nın ağzından yazılmış
ve Eski İmparatorluğun (M.E. 2575 - 2134) yıkılmasından sonrakı ara devre (M.E.
2134 - 2040) âid olup İnsan Haklarının târihi noktainazarından fevkalâde
câlib-i dikkat bir metin -ki bütün insanların müsâvî yaratılmış olduklarını
bildirmektedir-:
“Dört rü’zgârı yarattım ki her yaşıyan insan ondan
hemcinsi kadar teneffüs edebilsin. Suların taşmasını yarattım ki onda fakîrler de
zenginlere müsâvî haklara sâhib olsun. Bütün insanları birbirlerinin benzeri
bir sûrette yarattım. Onlara, kötülük yapabileceklerini söylemedim; onların
kalbleri kânûnlarımı çiğnedi. Hâlbuki kalblerini Garbi (Bahtiyâr Ölüler
Diyârını) hiç unutmasınlar ve ilâhî sunaklar mahallî mâbûdlara yapılsın diye
yaratmıştım.” (Histoire de l’humanité
–Beşeriyet Târihi-, dünyânın hemen hemen bütün memleketlerine mensûb
târihçilerin katkısıyle UNESCO tarafından hazırlatılmış müşterek eser, Pâris:
UNESCO / Robert Laffont, 1967, tome I, pp. 595-596)
İkinci metin: Muhtemelen 10. Hânedâna (M.E. 2134
sonrası) mensûb bir Firavun tarafından oğluna verilen nasîhat… Müslümanlığı
hatırlatır şekilde, baba, oğlunu, kötülüklerden uzak durup “sâlih amel”
işlemiye teşvîk ediyor ve ona, iyilik yapanın uhrevî mükâfâta nâil olacağını,
aksine kötü amellerin ise uhrevî cezâ tevlîd edeceğini öğretiyor:
“Günâhkârları muhâkeme edecek mahkemeye gelince,
unutma ki o, vazîfesini îfâ edeceği zamân, sefîllere (günâhkârlara) karşı
müsâmahakâr davranmıyacaktır. Teammüden günâh işliyen mücrim, menfûrdur.
Geçirdiğin uzun ömrün bir kıymeti olacağını zannetme; zîrâ hâkimlerin için
insan ömrü bir sâatlik bir vakit gibidir. İnsan, ölümden sonra yaşamıya devâm
eder. Amelleri yanına konmuştur. Bunlar onun hazînesidir. Âhiret hayâtı
ebedîdir. O hayâtın endîşesini duymıyanın aklı kıttır. Hâlbuki kötülük yapmadan
o hayâta kavuşan, orada bir ilâh gibi yaşıyacak, ebediyetin hâkimlerinden biri
olarak iftihârla yürüyecekdir.” (Histoire
de l’humanité, mezkûr eser, p. 596)
Bu mes’elede şu husûsu dahi tebârüz ettirmek,
hakkâniyet muktezâsıdır:
Masonların eliyle hazırlanmış 1789 İnsan ve Vatandaş
Hakları Beyânnâmesi’nin îlânı, İnsanlık Câmiasının tekâmülünde mühim bir
adımdır; -en azından bâzı maddeleri îtibâriyle- uzun müddet nazarî kalmış
olması dahi, onu takdîre mâni değildir.
Bu takdîrimiz, dîğer taraftan, şu vâkıaları görmemize
mâni olmuyor:
1) Çok şâyân-ı teessüf olan bir husûs, her şeyden
evvel, onun müellifi olan câmianın ona ihânet ederek iktidâr hırsıyle, ideolojik
fanatizmle, şahsî menfâatlerle birbirine düşmesi, birbirinin kanını dökmesidir.
Öyle ki farklı düşünen herkes, “hâin” olmuştu ve “kafası koparılacak hâinler” o
kadar fazlaydı ki içlerinden biri “giyotin” denilen bir kafa kesme makinesi
îcâd etti! (Anatole France’ın Les Dieux
ont soif / Mâbûdlar Susamışlar
isimli târihî romanı, ibretle okunmıya değer…) Arkasından da, gûyâ İnsan Hakları
Dâvâsı uğrunda başlattıkları harbler ve mayaladıkları ihtilâllerle, darbelerle
o Beyânnâmeye ihânete devâm ettiler, devâm ediyorlar…
2) O Beyânnâme, kendilerini, zavallı Afrika, Asya,
Amerika insanlarını asırlarca sömürmekden alıkoymadı…
3) O Hakları, kadın cinsine de tanımakta çok gec
kaldılar…
4) Yine o Beyânnâme, sermâyedâr ve para babalarının
(ki bunların da mühim bir kısmı Siyonist ve Masondu) geniş kitleleri insâfsızca
istismâr etmelerine mâni olmadı; geniş kitleler, ancak çok büyük mücâdelelerle,
hayât şartlarını düzeltebildiler; mâmâfih, bunu yaparken, sömürge halklarını
pek de umursamadılar…
İlh…
Her ne olursa olsun, o Beyânnâmeyi îlân etmekle
yetinmeyip ondaki “insânî rûh”u samîmiyetle benimsemiş ve fiilleriyle de ona
sâdık kalmış olanlar, hayırla yâdedilmeyi hakkediyorlar…
Şahsen bizim inancımız odur ki, İnsanlığın tamâmının en azından bugünkinden çok daha âdil bir nizâm içinde yaşaması, huzûrlu bir hayâta kavuşması, başka herkesden daha fazla, Sahîh, Kur’ânî, Dirâyetci Müslümanların seferber olmasıyle mümkündür. Lâkin o Müslümanlar nerede?