Yazar neden yazar
İçimizdeki
hıncın sebebi er ya da geç, bir gün yok olma ihtimalidir. Ölümün oralarda bir
yerde, bir gölge gibi bizi takip ediyor oluşu asabımızı bozuyor, ağzımızın
tadını kaçırıyor. Bütün o ölüm sonrası beklentilerine rağmen doğrudan
tecrübemiz olmadığı için ondan korkuyor, ondan uzak durmaya çalışıyor, onu
unutmanın bin türlü stratejilerini üretiyoruz. Devasa kabalıkların içinden
küçük incelikleri ayıklayıp oraya yerleşmek istiyoruz ve yazar bu yüzden yazıyor.
Kendimizi hatırlayarak ölümü unutmak, sonsuz unutuşları patlatarak oradan
başımızı uzatmak, hayata gülümsemek ve ölümün en uzak olduğu yerlere göç etmek
istiyoruz ve yazar bunun için yazıyor. Ölüm ayrılık olarak hayatın bütün
dokularına yerleşmiş, her sevincin içine buruk bir hüzün damlatmış ve yazar o
hüznün üzerine berrak buğular bırakmak amacıyla eserler üretiyor. Bize
kelimeleri sevdirmek için yazıyor. Kelimeleri ve onların gerisindeki sayısız
yaşam kımıltısını oradan alarak içimize taşımak, üşüyen yerlerimize bir tutam
ateş yalazı yerleştirmek için çırpınıyor. Kelimelerle didişiyor, kapışıyor,
yere düşüyor, kalkıyor, onlara boyun eğdiriyor, onlarla dans ediyor, onları
kendine ram edip kaleminin ucunda uçarı kelebeklere dönüştürüyor her birini. Ve
yazar kelimelerle aramızdaki uçurumu kapamak, kelimelerle aramızdaki mesafeyi
daraltmak, kelimelerle aramızdaki dili yumuşatmak için yazıyor. İçimizdeki
kaçıp gitme isteğini yatıştırmak, dünya denen bu yabancı cisimle aramızı bulmak
için yazıyor. Bizi bize sevdirmek için, bizi hayata, bizi ölüme, bizi ölüm
sonrasına erdirmek için yazıyor.
Nerede, hangi duyguyla hangi hâl içre olursak
olalım ölümün ağır gölgesi mavi göğümüzü bulandırıyor, kaslarımızı geriyor,
bizi hayat karşısında aciz bırakacak olan bütün o bilinmez tehditlerle ruhumuzu
sertleştiriyor. Belli aralıklarla nereden geldiğini bilmediğimiz bir öfke hücrelerimizin
derinliklerinde kırıp parçalama hissine dönüşüyor. Yazar o kırıp dökme isteğini
derleyip toparlamak için yazıyor. Fırtınayı rüzgara, rüzgarı yele dönüştüren ve
yeli çimenlerin saçları üzerinde gezdiren bir büyücü o. Ateşi de sevdiriyor,
göğü de sevdiriyor, çakıl taşını da kayayı da çölü de… Merhameti de sevdiriyor,
yumuşaklığı, sertliği, katılığı, susuzluğu da… Acıyı, kötülüğü, zulmü, haksızlığı
sevdirmek değil onun işi elbet ama o yine de bunları yakından gösteriyor,
ruhumuzu bunların içine dahil ediyor, bunlarla aramıza neden mesafe koymamız
gerektiğini fısıldıyor. Çünkü bize daha yakından gösteriyor bütün bu şeyleri,
çünkü gözlerimizi sonuna kadar açtırarak sıradan olan hiçbir şeyin sıradan
olmadığını, sıradanlığın bizatihi kendisinin bile muhteşem olduğunu söylüyor.
Var olan, var olma hakkını elde etmiş her şeyin sevilmeyi hak ettiğini
söylüyor. Hayatı gözlerimizin içine sokuyor yazar, bakma diyor, yaşa… Can
sıkıntısına vakit yok diyor her cümlesiyle; her paragrafı, her eseriyle, hayat
can sıkıntısına vakit ayıramayacak kadar kısa... Ve ömrümüz onun cümleleriyle
uzuyor…
Hepimizin içinde
patlamaya hazır duygular var. Hepimizin cildinin altında fokurdayan bir su,
kaynayan bir ateş, vızıldayan bir rüzgar geziniyor. Hepimizin görünenin altında
bir de görünmeyen bir dünyası var. Hepimizin içinde dolaşan bir ışık, dışarı
çıkmaya hazır bir ses var. Her insan çıplak gözle görülen ama yakından bakılmayı,
keşfedilmeyi bekleyen bir başka gezegen aslında. Ve yazar yazarak her birimizin
dışarıya kapalı olan pencerelerini açıyor, her birimizin duvarlarına balkonlar
döşüyor, birimizden ötekine uzanan merdivenler kuruyor. Yazar yazdıkça ötekini
tanıyor, ötekini tanıdıkça güven duyuyor, o güvenle birimiz ötekilerin
bahçesinde huzurla dolaşabiliyoruz. Hayat ötekini tanıma yolculuğudur,
dışımızda olanı keşfetme serüveninin mutlak kılavuzudur yazar. Ve her eser o
keşfin haritasını sunuyor bize. Ve her eser yabancısı olduğumuz şeylerin
tanıdığına ve her tanıklık düşmanı olduğumuz şeyin sevgisine erdiriyor bizi.
Hayat ile
ölümün, doğru ile yanlışın, karanlık ile aydınlığın tam ortasındayız. Bir
ormanın, dünya ormanının ortasında kaybolmuş gibiyiz. Bir fırtınanın, zaman
fırtınasının gözlerimize batıp çıktığı bir yolculuğun tam ortasında… Donuk bir
kışın ortasına doğuyor bilinç ve yazar soluğuyla o kıştan bir bahar, o bahardan
bir çiçek tarlası olduruyor. Hayatı betimliyor bize, ölümü; doğruyu ve yanlışı
anlatıyor, karanlık ile aydınlık arasındaki mesafeyi… Ormanda yürüyüşün bütün
patikaları ona ait. Önce o yürüyor, iz bırakıyor, sonra biz, kendimizi sonsuz
bir terk edişle ormana…
Bizi dışarıya,
dünyaya ve öteki insanlara, insanlığa, geçmişe ve geleceğe bağlayan tek yol
hayal gücüdür. Kendi hapishanemizden, kaskatı alaşımımızdan, çamur deryası
bataklığımızdan yazar çıkarır bizi. Hayal gücüyle varoluşa sarılır, oradan
gıdalanır, oraya onunla, onun bize uzattığı kelimelerle eklemleniriz.
Geçmişimizi hayal gücüyle inşa ederiz, şimdiye hayal gücümüzle dokunur,
geleceğimizi hayal gücümüz sayesinde tasarlarız. Nasıl hayal gücümüzü
varoluşumuzdan çıkarıp attığımızda geriye sadece birbiriyle alakasız katı bir
beden kalıyorsa yazarları hayatımızdan çıktığımızda da geriye bedenin, ruhun ve
zihnin iskeletinden başka bir şey kalmaz. Her yazar, hayal gücümüzün kapılarını
sonuna kadar açan bir yaşam elçisi, başka değil.
Matematiksel
formüllere göre bestelenmiş bir müzik ruha cevap verebilseydi eğer, belki o
zaman, işte o zaman yazarın yazmasına gerek kalmazdı ama gel gör ki
ayaklarımızı yerden kesen bütün besteler karanlığın içine gönderilmiş
tebessümlerden, çöle yürüyen apansız bulutlardan, her hesabın dışındaki bir
başka uzamdan devşirilmiştir ve yazar odur, o yüzden yazar.