​Yola ve Yolculara…

Hayat... Bir oyundur. En kestirmeden yapılan genelleme budur.

Hayat... Bir oyundur.

En kestirmeden yapılan genelleme budur.

Oyun... Debdebesi içine hapsolmuş, basit bir kelime...

Ve hemen ardından gelen ikinci cümle: “Biz de oyuncularız”.

Oysa bir oyun mu; insan oyuncu mu?

Oyun olmaktan çok yoldur hayat, oyuncu olmaktan çok yolcudur insan.

İrade, yol üzerinde ilerler. Varlığı kesin hükümken, nasıl yön bulacağı iradeye tâbidir. İnsan ise onu kullanabilen bir varlıktır.

Ama yolcu, yolu değiştiremez. Üzerinde kim yürürse yürüsün belki de en değişmeyendir. Hedefe varış süreci, bazen hedefin kendisidir seçilen veya seçilmeyen.

Yolcunun varoluşu yol içindir. Yoksa niye yolcu ola ki? Yola eşlik etmek, sonunu görmek için yolcu olunur. Yol mecburi, yolculuk mecburi, yolcu olmak mecburi...

Yolun yanında-yöresinde yol, yolcu ardında yolcu sıralanır. Her biri bir düzene göre giderse de her biri kendi istikametinde gider aslında, kendisininkinde, kendisi gibi. Bilir veya bilmez bunu. Kimi zaman seçer, kimi zaman ise seçilir.

Nietzsche, hayatına son vermek isterken, anlamsız bulduğu ve savaş açtığı “tanrısının” oyunlarından birinde yenik düştüğüne inanıyordu.

Düşünürken, düşündürürken ve düşüncesinin gidişatının tesirlerini irdelerken hayat, yenik düştüğü bir oyuna dönüşüyordu. Çünkü ona göre, sevmediği ve öldüğüne inandığı “yaratıcı” tarafından yaratılmıştı. Hatta bu nefrete dönüşerek onu sürekli tüketen bir düşman hâline geldi. Öldüğü için nefret ediyor, nefret ettiği için öldürüyordu “tanrısını”. Çünkü her iki şekilde de yapayalnız kalıyordu.

Yalnızlık, nefretle aşılamıyordu ve katlanılmaz hâle geldiğinde kendini öldürmek istedi. Nefreti sonunda kendi ruhuna ulaşmış, sonu gelmeyen “yok edişlere” rağmen durdurulamamıştı.

Nietzsche için hayat, kuklası olmak istemediği ve bütün direnişine rağmen yenik düştüğü bir oyundu.

Ve...

İslam âleminin en büyük velilerinden Muhyiddîn-i Ibn Arabî Hazretleri...

“Tanrı”sını “sevgili” kabul eden veli...

Hayatın “O”na ulaşmak için “yol” olduğuna inanan veli...

Hatta bunun arif olmaya vardıran meşakkatli ama kazancı büyük bir yol olduğunu bilen, bildiren veli...

Yol, sonu Visal (vuslat) olan bir hasret yoludur. Yol ki başı belli, sonu belli olmayan ama hasretin derecesine göre kavuşulan bir “sevgili” ye adanmış...

Yol ki, zaten bir ömür adanmış...

Arifin diline, sözüne, işine akıl erdiremez avam. Avamlıktan da kurtulamaz arifin yüzüne baktıkça...

Velhasıl insan...

Düşe kalka yol alır.

Gider gelir...

“İnsan”dır.

Verdiği sözleri unutan, af dileyen, bin kere tövbesi kabul edilip, bin kere tövbesi bozulan...

Öyle de, arifliğe giden yolu bilmezse ne düşer, ne kalkar, ne de yol alır.

Hayat bir oyun değil. Arifliğin yolunun seçilmiş yüz merhalesi, vuslata varmak için. Her biri bir ömür, yolu geçen için. Ömürlerin içinde ömür. Düşmanlar, yoldan alıkoyanlar, nefse hizmet huylar... Var mı ki vazgeçen bunlardan?..

Hayat bir yoldur. Dostu, düşmanı, alıkoyanı, arifi, sevdası ve vuslatıyla...

Nietzsche bir yol bulmuştu kendine, ama yola bir vuslat bulamamıştı. Vuslatı kendinde bildi. Bu yüzden ne hayatını, ne oyunlarını, ne yolunu, ne de tümünü yaratanı sevdi. Öldürdüğüne ve vuslatına hasretti. Ama çok düşünürken haberdar olamadı “aslı”ndan.

Nietzsche düşünürken, İbn Arabî Hazretleri vuslatı özlüyordu.

İkisi de kendine göre yol aldı, yolunu yorumladı.

Biri zekâsına, biri en büyük sevgilieye adadı kendini.

Birinden ariflerin yol reçetesi kaldı miras, diğerinden öldürdüğü “tanrısının” yok ediliş öyküsü...

“Selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına.” (Necm: 59)

“Selâm olsun hidâyete tâbi olanlara.” (Tâhâ: 47)