​Zamansız

Başımıza ne geldiyse zamansız. Zamansız açtı çiçekler. Zamansız yağdı yağmur. Zamansız çağdı güneş… Sen geç kaldın; ben erken geldim. Zamansızdı bu zeminde karşılaşmak.

Başımıza ne geldiyse zamansız. Zamansız açtı çiçekler. Zamansız yağdı yağmur. Zamansız çağdı güneş… Sen geç kaldın; ben erken geldim. Zamansızdı bu zeminde karşılaşmak.

“Bırak, şu billûrda solsun şu güller/Zamanı anlatır her düşen yaprak.” derken Ali Mümtaz Arolat, bir yaprağın şahitliğine ihtiyaç duyuyordu. Çünkü farkına varmak acı veriyordu. Zamanın akışına kapılan ruh hakikati niye öğrensin ki? Hakikat! Hakikatmiş başımıza gelen ve içinden çıkılmayan yol. Bu yol, yol içinde nice yola çıkar, çıkar da bizi nereye çıkarır? Hep hakikat diye diye itiraz sesini içimize gömüp sessizlik kuyusuna bırakırız tenimizi. Tenimiz cenderede.

Dar geçitlere çıkan bu yolu değiştirmek niçin mümkün değildir? Zaman geçti, yolumuz boşluğa çıktı. Zaman vurdu suratımıza, durdu zaman kalbimizin üstünde. Bir şarkının nağmelerinde gezinen ruhumuzun isyanını şimdi kim duyar? Ayşe Tunalı’nın içimizde yankılanan sesini, şimdi tekrar tekrar dinlemek de zamansız mıdır? “Saatler mi durmuş yoksa zaman mı/Umutlar tükenmiş hâlim yaman mı/Her şey susmuş ne var neler oluyor/Mektuplar yırtılmış artık tamam mı”

Zaman, anlaşıldıkça lehimize dönen bir çark. Anlaşıldıkça çözülen muamma. Anlaşıldıkça kapılar açılacak. Anlaşıldıkça anlayacağız. Her zamanın bir dili var, denir, denir de o dili kimden öğreneceğimiz denmez. Anlamak için kurduğumuz cümlelerin karşılıksız kalmasının sebebi zamansız kullanılan dil miydi? Öyle ya bu zamanın dili başka. Bildiğimiz dilin zamanı geçtiyse bizi kim, nasıl anlayacak? Zamansızlık kaderin düğümü müdür? Kim çözer bu düğümü? Düğüm! Zamanın anahtarını elinde bulunduran ve görünmez kapıları açacak olan, duyar mı, görür mü, cevap verir mi? İsyan değil, itiraz değil, teslim de değil ama bu zamansızlık nedir?

“Anlıyorum.” diyeniniz varsa zamanın dilini öğrenmişsinizdir. Zamansızlık kilidini açan anahtar bulunmuştur. Şimdi, işte şimdi zamanı, yeniden cümleler kurarak bir yazgının öznesi olma zamanı.

Evet, ne güzeldir “Anlıyorum…” denilen zamanda karşılaşmak. O kapıdan adım atmak. Zamanı gelince bu cümleyi uzunca bir metne dönüştürmenin zamanını beklemek. Aslında beklemeden başlamak çünkü zaman gelmiştir, zemin hazırdır. Söze tat veren, anlamı zenginleştiren; gözümüze fer, ayağımıza güç veren; yürünecek yolları, aşılacak engelleri gösteren o tılsımlı cümle: “Anlıyorum!”

Anlıyorum demek, zamanı demek. Zamansızlık girdabından kurtulmak demektir. Ve devam eder: “Anlıyorum…Çabanı, hissini, kimsesizliğini… Varlığındaki yokluğu, çoğu zaman yoksulluğundaki varoluşu…” Varım! Var etmiştir bu sözler. Zaman dönmüştür. Mevsim seni çağırır. Güneş tam zamanında çağmıştır yüzünüze. Tüm bunlar bir hikâyenin size ait olduğunu gösterir. Sizin yazdığınız bir hikâyede düğümü çözmek de sizin elinizde değil midir? Elinizdeki imkânı kullanmak, başınıza gelecek ne kadar zamansız, uğursuz iş varsa ona karşı koymak da olmuyor muydu? Devam etsin o zaman: “Anlıyorum demek geldi içimden. Sendeki seni değil ki bu anlam, bendeki seni, senin yerinden bakınca anlıyorum…” İçimden… Yani kalbinden konuşuyordu. Kalbin dili. Öyle bir zamana tekâbül ediyor ki şu sözler, tüm zamanların üstünde değil midir? Çağlar geçse de geçerli değil midir? Yerini bulmuştur taşlar. Kalp, kalbe açılmıştır.

“Havadan sudan, yapraktan ya da topraktan sızan seni.” Demek her nesnede görülen, her an düşünülen biri olmak zamanı gelmiş. Ben de anlıyorum şimdi. Çok iyi anlıyorum. Zamanı gelmeden olmuyormuş. Anlaşılıyorsanız zamanı geldiği içindir. Bir kalbin atışındaki vücut bulan canı tanıdınız demektir. Tanımak; anlamaktır, bilmektir, sevmektir.

“Göze görünür, kulağa duyulur varlığını anlıyorum. Peki, seni anladığımı anlatabiliyor muyum?..” Anlatabiliyorsun, anladım ben de zamansızlığı…