Dolar (USD)
32.47
Euro (EUR)
34.73
Gram Altın
2440.77
BIST 100
9915.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Türkiye dindar milletlerden oluşur

Devletlerin temel görevlerinden biri -inancı kabul ediyorsa- kendi sorumluluğu altında olan insanlara inanç alanı açmasıdır. Bu inançları köken olarak doğru kaynaklarıyla vatandaşına ulaştırmasıdır. Kendisi inanca müdahale edemez. Sadece hizmet olarak sunar. Yetersiz kaldığı durumda ise bu inançları vatandaşlara ulaştırmak isteyen her türlü sosyal harekete veya yapılaşmaya yasal çerçevede alan açar ve onları denetler. Yanlış yapanları ikaz eder.
Türkiye dindar milletlerden oluşur
25 Temmuz 2018 11:34:00
Devletlerin temel görevlerinden biri -inancı kabul ediyorsa- kendi sorumluluğu altında olan insanlara inanç alanı açmasıdır. Bu inançları köken olarak doğru kaynaklarıyla vatandaşına ulaştırmasıdır. Kendisi inanca müdahale edemez. Sadece hizmet olarak sunar. Yetersiz kaldığı durumda ise bu inançları vatandaşlara ulaştırmak isteyen her türlü sosyal harekete veya yapılaşmaya yasal çerçevede alan açar ve onları denetler. Yanlış yapanları ikaz eder.

Tarikatlar ve Cemaatler (1) / Doç. Dr. Mehmed Emin Uludağ

Bu topraklarda yaklaşık 200 yıldır tarikat ve cemaatlerin ölmesi ya da yaşaması için bir alan açılmıyor. Bu kaosun temel nedeni iki şekilde izah edilebilir.

Birincisi belki de en önemlisi; tarikat ve cemaatlerin varlık sebeplerinin ortaya konulamamasıdır. Devletin bu yapıların var olma gerçekliğini kanuni bir zemine oturtarak denetlemek istememesidir.

İkincisi; tarikat ve cemaatlerin hesabi değil hasbi bir şekilde devletle olan mesafelerini aşikar bir şekilde ortaya koyamamalarıdır. Öz eleştiri yaparak yaşamlarını güvenle sürdürme çabalarını anlatmamaları veya anlatamamalarıdır.

Türkiye dindar milletlerden oluşur

Türkiye Cumhuriyeti devleti, insan kaynakları bakımından köken inançlarına göre dindar milletlerden oluşur. Bu dindarlık zamanla form değiştirse de öz değiştirmez. Neticede bir sosyal varlık olan bu insanlar, mide hazzından sonra aklın hazzını en sonunda da kalbin ve ruhun hazzını doyuma ulaştırmak isterler.

20. yüzyılın başına gelene kadar bu inanç ihtiyacını giderme, büyük ekseriyetle sünni ve alevi eksen üzerinde olmuştur. Her iki tarafın eleştirilecek tarafları olsa da, tevhitte buluşmada birliktelik ve elden geldiği kadarıyla birbirlerine yaşam alanları açmada hoşgörü çerçevesinde oldukları tartışma götürmez bir gerçekliktir.

Bir çok çelişen paradigmalara rağmen, insanların inanç ihtiyaçlarının giderilmesi en az nesnel ihtiyaçlarının giderilmesi kadar kesin ve zaruri olduğu bilimsel olarak ortaya konulur.

Cumhuriyeti bir aydınlanma devri olarak görenlerin en çok ıskaladıkları konuların başında bu inanç ihtiyacının yok sayılması ve devletin inanç ihtiyaçlarına alan açmaması gelir. Bu aynı zamanda insanın kendilik nesnesinin inkarı anlamına gelir. Bu inkar, yok sayma ve asimilasyonla uğraşan devlet, kanunun faziletini göz ardı eder. Yüz yılların tarikat ve cemaat yapılarını illegal yapılara dönüştürür. Kendisi de istenen düzeyde inanç hizmetlerini sunmaz. Bütün -ilahi olsun olmasın- inançlara dogma deyip reddettikten sonra alanı tek dogma olarak kendine açar. Ancak geldiğimiz nokta, bugünkü güvensizlik ve denetimsizlikle insanların inançlarının sömürülmesi ve devletin yaptığı yanlışlıkların hala kabul edilmemesidir. Önce devlet günah çıkarmalıdır. Sonra tarikat ve cemaatlerin bütün yanlış tarafları -vicdan elden bırakılmadan- eleştirilmelidir.

Devlet, tarikatları denetlemeli

Öncelikle şu ortaya konulmalıdır: Dünyanın her döneminde devletin temel görevlerinden biri -inancı kabul ediyorsa- kendi sorumluluğu altında olan insanlara inanç alanı açmasıdır. Bu inançları köken olarak doğru kaynaklarıyla vatandaşına ulaştırmasıdır. Kendisi inanca müdahale edemez. Sadece hizmet olarak sunar. Yetersiz kaldığı durumda ise bu inançları vatandaşlara ulaştırmak isteyen her türlü sosyal harekete veya yapılaşmaya yasal çerçevede alan açar ve onları denetler. Yanlış yapanları ikaz eder. Yanlışta ısrarı tespit edince kanunla cezalandırır. Çünkü inancı anlatmak için ortaya çıkanlar -adı ister tarikat, ister cemaat, ister vakıf, ister sivil toplum örgütü ve kulübü olsun- dini değiştiremezler. Sadece yeni anlatma yöntemleri getirirler. Bu noktadan devletin denetimi esastır. Ama bu esas kadar gerekli olan bu yapılar için yasal zeminlerin de açılmasıdır.

Bilinmelidir ki bu yapıların maddi üretime -kendileri adına- asla katkı sağlamamaları gerekir. Hem ticaret ile uğraşmamalıdırlar hem de siyasetle aralarına mesafe koymalıdırlar. Yapılan bağışlarla ve yaptıkları hasbi hizmetlerle hayatta kalmalıdırlar. Hatta yüksek seviyeli bağışların vergisini dahi ödemelidirler. Eğer bunların tam aksi olursa yani bu yapılar siyaset ve ticaretle temas ederlerse, o zaman otorite sarsılır. Hem devletin yapısının zedelenmesi hız kazanır, hem de bu sivil toplum örgütlerinin yapısının yanlış olduğu ve yaptıkları hizmetlerin sonuçsuz kalacağı vuku bulur.

Bu yapılara mensup olmak, bir üst kimlik ayrıcalığı da getirmemelidir. Devletin sorumluluğunda ve kamunun hizmetinde tercihlerde ehliyete bakılmalıdır. O zaman bu yapılara ne ihtiyaç vardır sorusunun tam da yeri burası olmalıdır. Devletin işinde ve kamunun hizmetinde olup da kendini bu yapılara mensup görenler daha ehliyetli olurlar. Hakka riayet eden karakterler, kimlikli bireyler, değerleri özümsemiş, adaleti öncelemiş kişiler olma zorunluluğunu daha çok hissederler.

100 yıl önceki yanlış tekrarlanmak isteniyor

Ne yazık ki cumhuriyetin 100. yılını kutlamaya giderken sanki 100 yıl önceki yanlış yapılmaya çalışılıyor. Modernite tesiri ve sekülerizm etkisiyle su-i misaller de emsal gösterilerek tarikat ve cemaatler tekrar cemiyet hayatından sökülüp atılmak isteniyor.

Halbuki tarih şahittir, İslam dininin Anadolu coğrafyasında kökleşmesinde, şeriatın gönüllerde yer etmesinde ve vatan sevgisinin yüce değerler arasına girmesinde en büyük pay sahiplerinden birisi de tarikat ve cemaatlerdir. Yani hiçbir karşılık beklemeden Allah rızası için hizmet eden erenlerdir. İnsanların doğal ihtiyacı olan dinin yaşamda yerleşmesi için yaptıkları hizmetleri tekke ve zaviyeler aracılığıyla ama gönüllerde taht kurarak yapmışlardır.

Yine tarihe baktığımızda sıkıntılı iki dönemde tasavvufi hareket veya tarikatların hizmetiyle İslam, Anadolu ve Asya coğrafyasında kök salmıştır. Birincisi Emevi döneminde sapkınlaşan emirlerin, yeşertilmeye çalışılan unsuriyet fikrinin ve zulme doğru giden iktidarın karşısına çıkan tasavvuf veya tarikat, dünya saltanat ve debdebesinin faniliğini ortaya koyar. Her zaman halkın haklı olduğunu söyleyerek dünyevileşmenin önünü alır. İkincisi Moğol istilası ile yakılan ve yok edilmek üzere olan Anadolu ve beraberindeki İslam inancına tekrar can simidi gibi yetişirler. Yıkımlara karşı Allah'tan ümit kesilmemesi gerektiğini eylem ve söylemleriyle ortaya koyarlar. Küllerinden yeşeren anka gibi millete tekrar ümit bahşederler. Anadolu'nun her köşesine erenler olarak giderler. İslam'ın hakimiyetini ve milletin asilliğini yeniden ihya ederler. Ama hadlerini de hep bilirler.

Devlet hep kaçak güreşti

Tarikatların bu iki büyük hamlesiyle Anadolu coğrafyasında kurulan tarihi imparatorluklar 18. yüzyıla gelene kadar bunu iyi değerlendirir. Osmanlı gerilemeye başlar. Bu gerileme sadece siyasi otoritede değil dini otoritede de baş gösterir. Bilhassa tarikatların anlayış ve işleyişinde farklılaşma görülür. Ulema, ilmin izzetini koruyamayarak ümeranın kapısında kendini bulur. Bunu kendinin meşru bir hakkı olarak görür. Bu hareketiyle siyasi otoritenin emrine girmiş olduğunu unutur. İşte bahsettiğimiz tam 100 yıl önce başına gelen felaketle resmen öldürülür. Ama ölmeyen insan ve öldürülemeyen temel ihtiyacı olan dini yaşam arayışı devam eder.

Evet cumhuriyetle başlayan sorunlu devlet ve geçmişiyle kavgalı zihniyet, eski ismiyle tarikatları modern etiketlemeyle cemaatleri illegalize ederek informal yapılara dönüştürür. Sorunlu birer yapı gibi gösterip meşruiyetlerini ortadan kaldırmak için 100 yıldır mücadele etmektedir. Daha doğrusu devlet hep kaçak güreşmektedir.

Devleti yönetmek, kendi kalarak onu dönüştürmek isteyen ve özgürlük-emniyet dengesini bir ideal olarak gören siyasal hareketler ise, ilk önce hep bu yapıların kapısına gitti. En azından söylem itibariyle onları ötelemeden ve sistemin dışına atmadan bir propaganda dönemi geçirdi. Bunu fırsat bilen iyi niyetli olmayan bu tarz yapılar da, devlete yerleşmek istedi. Bazen Kemalist tarikatlar, bazen mason ve rotari kulüpleri bazen solcu ve ulusalcı yapılanmalar bazen de milliyetçi ve dini cemaatler adıyla devleti ele geçirmek veya o ateşli sevgiliye sarılmak hevesiyle meydanda boy gösterdiler. Bu tarz niyeti olanlar geçici başarılı olsalar da, sürekli hezimete uğradılar. Bunu fırsat bilen devlet veya sürekli gücü elde tutmak isteyen otorite ise, her defasında toptancı olarak davranmayı ihmal etmedi. Vurun abalıya misali, İslam namına sadece Allah rızası için çalışan ve devlet ile her daim mesafeli olan diğer İslami hareketlerin üzerinden silindir gibi geçmek istedi. Çünkü kuruluş felsefesindeki laikliğin temel amacının bu olduğunu söylüyordu.

YARIN: Cemaatler ve AK Parti