Dolar (USD)
32.43
Euro (EUR)
34.72
Gram Altın
2430.41
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Geçmişten Günümüze Yerleşim Yerlerine Antropolojik Bakış

Dr. Vahdet ÖZKOÇAK (Antropolog-Akademisyen)
Geçmişten Günümüze Yerleşim Yerlerine Antropolojik Bakış
31 Ekim 2020 23:38:37
Dr. Vahdet ÖZKOÇAK (Antropolog-Akademisyen)

Yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin, dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer kabuğunu sarsmasına Deprem adı verilir. Deprem, insanın hareketsiz bir zemin olarak kabul ettiği ve ekip biçme faaliyetini de yaptığı toprağın üzerinde bulunan tüm yapıların hasar görüp, can kaybına uğrayacak şekilde yıkılabileceklerini gösteren bir doğa olayıdır. Depremin nasıl oluştuğunu, deprem dalgalarının yeryuvarı içinde ne şekilde yayıldıklarını, ele geçen kayıtların değerlendirilmesini, depremin şiddet ve şeklini ortaya koymak için kullanılan yöntem ile ölçü aletlerini ve deprem ile ilgili diğer konuları inceleyen bilim dalına ise sismoloji adı verilmektedir.

Ülkemizde bu alanda çalışma yapan alanında uzman birçok bilim insanı ve uzman bulunmaktadır. Ancak biz Antropologlar yani insanbilimciler, yaşayan toplumların yerleşim alanları ile kullanım alanlarının günümüz ile bağlantısını ortaya koymaya çalışmaktayız. Özellikle günümüze gelene kadar meydana gelen değişimler Fiziki Antropolojinin de önemli çalışma alanlarındandır.

İnsanoğlunun binlerce yıl öncesinde kurduğu yerleşim yerlerinin günümüze kadar gelmiş ve ulaşabilen kalıntıları antik kent olarak bilinir. Kültürel ve tarihi değerleri de olan antik kentler, UNESCO tarafından da korunmaya alınırlar. Bu antik kentler ayrıca Dünya Kültür Mirası Listesi’ne eklenmektedirler. Ülkemizde de yetmişi aşkın antik kent bulunduğunu biliyoruz. Bu kadim yerleşim yerleri, tarihe tanıklık etmiş eşsiz duraklardır. Tarihin en eski tapınağı Göbeklitepe, Neolitik döneme ışık tutan Çatalhöyük, Helenistik dönemin incisi Efes Antik Kenti bunların dünyaca bilinenlerindendir.

Antik kentleri kurmadan öncede yaklaşık 15 bin yıl öncesine kadar, yani yerleşik hayata geçene kadar insanoğlu yaşadığı coğrafyaya göre barınma alanları belirlemiştir. Bunları Arkeolojik ve Antropolojik kazılardan elde edilen verilerden görebiliyoruz. Çıkarılan buluntular sayesinde, sadece dönemin ve toplum yaşayış biçimleri değil aynı zamanda dini inanışları ve diğer kültürel-sanatsal faaliyetleri hakkında da geniş bilgilere sahip olabiliyoruz.

Depremler, yeryüzünün oluşumundan günümüze süregelen bir doğa olaylarıdır. Bizden önce yaşandığı gibi bizden sonra da gerçekleşmeye devam edecektir. Depremden korunmak için günümüz teknolojilerine sahip olmayan ve iletişim becerisini bu denli aygıt ve aletlerle ortaya koyamamış toplumların neler yaptığına dair elimizde bazı bilgiler bulunmaktadır. Birçok antik kent, sadece depremlere değil, sel, erozyon ve yangın gibi birçok afete de maruz kalmıştır. Bunların dışında ayrıca kendi aralarında yaptıkları savaşlar ile de kentlerinde yaşam alanlarında yıkıma hatta yok olmaya varan etkilerin olduğunu görebilmekteyiz.

Günümüze kadar insanoğlu yerleşim yerlerini, su kenarına yakın ancak güvenlik kaygısı ile yüksekte veya gözetlemeye meyilli arazilerde kurdular. Yerleşik hayata geçme ile birlikte tarım önem kazandı ve tarım arazilerine yakın alanlarda yaşam alanları önem arz etti. Ancak sanayi devrimi ile bu bakış açısı değişti ve tarım arazileri, deprem bölgeleri hatta fay hatları üzeri ve dere yatakları yaşam alanları oldu. Öyle ki günümüzde fay hatlarının yerleşimleri net bir şekilde bilinmesine ve şiddetli depremler yaşanmasına rağmen yerleşim yerlerinin o bölgelerde yoğunlaştığını görebilmekteyiz.

Anadolu’da sıklıkla yaşanan depremler sonrası tartışılmaya başlanan ilk konu deprem bölgelerinde yapılaşma ve kentsel dönüşüm konusu olmuştur. 30 Ekim’de yaşanan Ege Denizi merkezli deprem ve artçıları da gösterdi ki deprem değil sağlıksız yapılar can aldı. Yıkılan binaların birçoğunun 20 yaş ve üzeri olması da deprem yönetmeliğine uygun olmayan yapıların büyük risk oluşturduğunun ispatı oldu. Son deprem yönetmeliği ile alınan önlemler ne kadar yerindeyse imar affı kapsamında ortaya konan irade de maalesef bir o kadar risk oluşturmaktadır. Bundan sonrası için yapılması gerekenleri ilgililer elbette görüşecek ve hayata geçirecektir ancak kentsel dönüşüm ülkemizin birinci önceliği olmalıdır. Bu son elim deprem sonrası olası İstanbul-Marmara depremi ve diğer kuşak depremleri için içerisinde sosyal bilimcilerin de bulunduğu bir Bilim Kurulu oluşturulmalıdır. Sadece İzmir’de kentsel dönüşüm gerektiren 30 bini aşkın yapı olduğu bilinmekte olası İstanbul depreminde kentsel dönüşüm tamamlanmazsa en iyi senaryo ile 500 bin vatandaşımızın hayatını kaybedeceği uzman bilim insanları tarafından aktarılmaktadır.

Kısaca deprem değil projesine uygun olmayan, mimari kaygılar ile statik projelerin değiştirildiği veya görmezden gelindiği yapılar can almaktadır. Türkiye deprem kuşaklarının canlı olduğu ve büyük, yıkıcı depremlerin gerçekleşebileceği genç bir plaka üzerindedir. Bir Antropolog olarak yapılan çalışmaların artırılması gerektiği, akıl ve bilimin öncelenerek olası depremlere karşı Japonya’da olduğu gibi etkili adımların atılması için çalışacağım. Ancak burada deprem bilincini her kuşağa vermeli, toplanma alanları konusunda sürekli bilgilendirmeler yapılmalı ve fay hatlarına yakın yerleşim yerlerinde özel çalışmalar yapılmalı. Unutmayalım Deprem değil bina öldürür.