Gündem

Muhyittin İbn Arabi''nin hayatı...

Muhyittin İbn Arabi kimdir? Muhyittin İbn Arabi nasıl bir yaşam sürmüştür? Muhyittin İbn Arabi''nin İslamiyet''e ne gibi katkıları olmuştur? 12. yüzyılın büyük alimlerinden biri olan Muhyittin İbn Arabi İslamiyet''in felsefesi hakkında düşünmüş, düşünceler geliştirmiştir. Çağının dışına serpilen fikirleriyle alimlerin hocası olmuştur. Fikriyatı ve ileri görüşlülüğüyle her daim ilmiyle müslümanlara ufuk kazandırmıştır. Allah ondan razı olsun.

Muhyittin İbn Arabi kimdir? Muhyittin İbn Arabi nasıl bir yaşam sürmüştür? Muhyittin İbn Arabi'nin İslamiyet'e ne gibi katkıları olmuştur? 12. yüzyılın büyük alimlerinden biri olan Muhyittin İbn Arabi İslamiyet'in felsefesi hakkında düşünmüş, düşünceler geliştirmiştir. Çağının dışına serpilen fikirleriyle alimlerin hocası olmuştur. Fikriyatı ve ileri görüşlülüğüyle her daim ilmiyle müslümanlara ufuk kazandırmıştır. Allah ondan razı olsun.

Muhyittin İbn Arabi, Tasavvuf ve İslam düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif. 17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde Endülüs'ün güneydoğusundaki Tüdmîr (Teodomiro) bölgesinin başşehri olan Mürsiye'de (Murcia) doğdu.

Muhyittîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Arabî et-Taî el-Hatimî (ö. 638/1240)

Tasavvuf ve İslam düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif.

17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde Endülüs'ün güneydoğusundaki Tüdmîr (Teodomiro) bölgesinin başşehri olan Mürsiye'de (Murcia) doğdu.

AİLESİ

Eserlerinde yeri geldikçe ailesi, yakınları, hocaları, yaşadığı yerler ve tanımış olduğu şahsiyetler hakkında bilgiler vermekte olup hakkında bilinenler geniş ölçüde bunlara dayanmaktadır. Babası Ali b. Muhammed, Abbasî Halifesi Müstencid-Billah'ın kumandanı ve yöre valisi Muhammed b. Sa'd İbn Merdenîş'in hürmet ettiği bir kişiydi, aynı zamanda filozof İbn Rüşd'ün yakın arkadaşıydı. İbnü'l-Arabî babasının çok Kur'an okuyan, fıkıh ve hadis ilmiyle uğraşan takva sahibi bir zat olduğunu, Nûr isimli annesinin ise ensar soyundan geldiğini, Fatıma bintü'l-Müsenna adlı bir kadın velînin sohbetlerine katıldığını söyler.

Amcası Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Arabî ve dayıları Ebû Müslim el-Havlanî ile Yahya b. Yagān da devrin önemli sûfî ve siyasî şahsiyetleri içerisinde adları geçen kimselerdir. İbnü'l-Arabî'nin yetişmesinde bu kişilerin tesirleri olduğu yine kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır (el-Fütûĥat, I, 185). İbnü'l-Arabî soylu bir Arap sülalesinden geldiğini (Dîvan, s. 47), ceddinin Benî Tay kabilesine mensup bulunduğunu ve meşhur sûfî Hatim et-Taî'nin de büyük dedelerinden biri olduğunu belirtmektedir. İbnü'l-Arabî'nin görüşlerini takdir edenler onun tasavvufta otorite oluşunu kendisine "Şeyhü'l-Ekber", dinî ilimlerde müceddid oluşunu da "Muhyiddin" lakaplarını vererek ifade etmek istemişlerdir.

Malikî kadısı ve kelam alimi Ebû Bekir İbnü'l-Arabî'den (ö. 543/1148) ayırt edilebilmesi için bazı kaynaklarda adı İbn Arabî şeklinde de yazılmıştır. Ancak kendi adını birçok yerde (el-Fütûĥat, I, 267; III, 339, 431; IV, 457, 553; Dîvan, s. 57) Muhammed İbnü'l-Arabî olarak kaydettiğinden bu şeklin tercih edilmesi daha doğrudur.

İbnü'l-Arabî'nin doğduğu dönemde Mürsiye, Muvahhidler'in idaresi altında bulunmakta ve kumandan İbn Merdenîş tarafından yönetilmekteydi. İbnü'l-Arabî sekiz yaşına gelinceye kadar bu şehirde ikamet eden ailesi, bir süre sonra Endülüs'ün o sıradaki başşehri olan İşbîliye'ye (Sevilla) göç etti. Bölgenin yeni emîri Ebû Ya'kūb el-Muvahhidî kültüre önem veren bir devlet adamıydı; felsefe, tıp, astroloji ve edebiyata da özel bir ilgisi vardı. Etrafına İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbn Zühr gibi meşhur ilim ve fikir erbabını toplamış; pek çok şair, mûsikişinas, alim ve filozofu da bir araya getirmişti. İbnü'l-Arabî, İşbîliye'de böyle bir kültür ortamında bulûğ çağlarında bir manevî işaretle inzivaya çekilip kendi iç alemindeki hazineleri ortaya çıkarmaya karar verdiğini, bazan on dört ay kadar süren bu halvet ve riyazetlerin neticesinde marifet kapılarının kendisine yavaş yavaş açılmaya başladığını söyler (el-Fütûĥat, I, 616).

Bu sıralarda henüz on beş-on altı yaşlarında bulunan İbnü'l-Arabî, İbn Rüşd'ün dikkatini çekmiş, İbn Rüşd bu gençle tanışmak için babasından görüşme talebinde bulunmuştu. İbnü'l-Arabî, felsefî bakış açısıyla tasavvufî bakış açısının mukayesesi bakımından önemli semboller içeren bu görüşmede filozofun kendisine, "Senin keşif ve feyz-i ilahîde bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?" diye sorduğunu, ona hem "evet" hem "hayır" diye cevap verdiğini, "Bu 'evet' ve 'hayır' arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar" deyince İbn Rüşd'ün benzinin sarardığını, titremeye başladığını, birden sanki elli yaş yaşlandığını söyler ve bu görüşmenin sonunda İbn Rüşd'ün, herhangi bir eğitim ve öğrenim görmeden bilgisiz olarak halvete girip de böyle bir bilgiyle oradan çıkan birini kendisine tanıttığı için Allah'a şükrettikten sonra, "Zira artık bu gibi hallerin erbabı kalmadı, biz hiç görmedik" dediğini, kendisinin de, "Allah'a hamdolsun ki işte biz bu zamanda bunlardan biriyiz" diye karşılık verdiğini kaydeder (el-Fütûĥat [nşr.], II, 372-373).

EĞİTİM HAYATI

İbnü'l-Arabî, ilk Kur'an derslerini "ehl-i tarîk" olduğunu bildiği komşuları Ebû Abdullah el-Hayyat adlı bir kişiden aldı. İlk halvetlerinden birinde gerçekleştiğini söylediği manevî görüşmesinde Hz. Peygamber'in kendisine yönelttiği, "Bana sımsıkı tutun kurtulursun" şeklindeki buyruğunu hadisleri zahiren de tahsil etme manasında anlayarak uzun bir süre hadis ilmiyle meşgul oldu. İbnü'l-Arabî, etrafındaki ilim erbabının kendisini o dönemde hayli revaç bulmaya başlayan re'y kitaplarına teşvik ettiğini, ancak almış olduğu manevî işaretten dolayı bu teşviklerin sonuçsuz kaldığını söyler (Kitabü'l-Mübeşşirat, s. 90). Âlet ilimlerinin sûfî olmayan kimselerden de alınabileceği görüşünde olduğundan İbn Hubeyş, İbn Ât, İbn Bakī ve İbn Vacib gibi hadisçilerden hadis okudu. On sekiz yaşında iken Lahmî'den kıraat-i seb'a, aşere ve takrîb öğrenimi gördü.

Lahmî'den ayrıca İbn Şüreyh'in el-Kafî'sini, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî'den de bazı hadis kitaplarının yanı sıra İbn Hişam'ın es-Sîre'sinin şerhi olan er-Ravżü'l-ünüf isimli kitabını okudu. Kadı İbn Zerkūn'un derslerine uzun bir süre devam edip icazet aldı (kendisi, bütün hocalarının ve okuduğu kitapların listesini el-İcaze adlı eserinin başında saymıştır [s. 23-32]). Bu suretle zahirî ilimlerde yeterli derecede eğitim aldıktan sonra manevî ilimlerde derinleşmek üzere halvet ve murakabeye daha fazla yönelen İbnü'l-Arabî, 580 (1184) yılında seyrü sülûkünün henüz başında iken bazı tasavvufî makamlara ulaştı (el-Fütûĥat, II, 425).

Başlangıçta kendisine dertlerini açacağı hiçbir rehberi olmadığını söyleyen İbnü'l-Arabî sonraları gerek zahir gerekse batın ehli birçok üstattan istifade etmiş; büyük bir kadirşinaslık örneği olarak kendilerinden faydalandığı 300'ü aşkın kişinin manevî hallerine ve hikmetli sözlerine yeri geldikçe el-Fütûĥat, Kitabü'l-Ķuŧb, Dürretü'l-faħire ve Rûĥu'l-ķuds gibi eserlerinde isimlerini de vererek temas etmiştir. İlk mürşidinin adını Ebü'l-Abbas el-Uryebî olarak verir. Gerçek tahkik yoluna intisabının yine bu yıllarda Hızır ile ilk karşılaşıp ondan hırka giymesinden sonra gerçekleştiğini söyler (a.g.e., I, 186).

Yirmi altı yaşında iken Cezîretülhadra (Algeciras), Sebte (Ceuta), Fas ve Tilimsan yoluyla Tunus'a giden İbnü'l-Arabî bir süre burada kalarak aralarında, daha sonra el-Fütûĥatü'l-Mekkiyye'yi kendisine ithaf edeceği Şeyh Abdülazîz el-Mehdevî'nin de bulunduğu sûfîlerle görüştü. İki yıl sonra tekrar İşbîliye'ye döndü. Birkaç defa gittiği Fas'ta dört yıl kadar kaldı. Burada da pek çok sûfî ile tanıştı. Kendisine yaklaşık yirmi üç yıl arkadaşlık ve yoldaşlık edecek olan Abdullah Bedr el-Habeşî ile burada karşılaştı. Fas'tan ayrıldıktan sonra Gırnata ve Kurtuba'ya geçti. Bu onun doğup büyüdüğü Avrupa kıtasında-ki son ikameti oldu. Merakeş'te iken aldığını söylediği manevî bir işaretle 596'da (1200) Doğu'ya doğru yola çıktı.

Mekke'ye kadar gidip ilk haccını yaptıktan sonra tekrar Kuzey Afrika'ya döndü. Gayesi sûfî Ebû Medyen'in ikamet ettiği Bicaye (Bougie) şehrine gidip kendisiyle görüşmekti. Ancak Ebû Medyen bir süre önce (594/1198) vefat etmiş olduğundan görüşmek mümkün olmadı. Bununla beraber Ebû Medyen'in ruhaniyetinden hayatı boyunca istifade ettiğini sık sık belirtmiştir. İbnü'l-Arabî 597'de (1201) Tunus'a giderek Abdülazîz el-Mehdevî ile buluştu. Aynı yıl hacca gitmek üzere Tunus'tan ayrıldı. Önce Mısır'a, oradan Kudüs'e geçti. Kudüs'ten yaya olarak Mekke'ye doğru yola çıktı. Halîl kasabasına uğrayarak Hz. İbrahim'in kabrini ziyaret etti. Oradaki ikameti esnasında İbrahim Camii'nin imamı Zahir el-İsfahanî'den Hakîm et-Tirmizî'nin eserlerini okudu. Medine'de Peygamber'in kabrini ziyaret edip (Zilhicce 598 / Eylül 1202) Mekke'ye ulaştı.

Mekke'de ders halkalarına devam etti, Harem-i şerif'te tavafla meşgul oldu, bunun dışındaki zamanını murakabeyle geçirdi, Hz. Abbas soyundan Şerîf Cemaleddin Efendi'den Hace Abdullah-ı Herevî'nin Derecatü't-ta'ibîn adlı kitabını okudu. Salih bir zat olduğunu söylediği İbn Halid es-Sadefî et-Tilimsanî'ye Gazzalî'nin İĥya'ü 'ulûmi'd-dîn'ini okuttu (el-Fütûĥat, IV, 13; el-Emrü'l-muĥkem, s. 224). Bu arada Kabe'yi muhatap alarak yazdığı mektupları Tacü'r-resa'il adlı kitabında topladı. Yirmi üç yılda tamamlanan el-Fütûĥatü'l-Mekkiyye ilk defa burada kendisine ilham edilmeye başlandı. İbnü'l-Arabî, bu kitapta yazdıklarının hepsinin ya Kabe'yi tavaf ederken veya murakabe için Harem-i şerif'te oturduğu esnada Allah'ın kendisine açmış olduğu şeyler olduğunu (el-Fütûĥat, I, 10) ve ilk önce kendisine bunların okutulduğunu (a.g.e., I, 239), ardından "rabbanî ilkā ve ilahî imla" ile satıra geçirildiğini söyler (a.g.e., II, 456; III, 504).

İbnü'l-Arabî, Mekke'de yaklaşık iki buçuk yıl kaldıktan sonra bir hac kafilesine katılarak Bağdat'a gitti (601/1204). Burada on iki gün kadar ikamet edip Musul'a geçti ve Musul'da üstadım dediği Hanefî ulemasından Ahmed el-Mevsılî el-Mukrî'nin yanı sıra Ebü'l-Hasan Ali b. Ebü'l-Feth ve Ali b. Abdullah b. Camî gibi alimlerle sohbetlerde bulundu. İbnü'l-Arabî Musul'un dışında, Mukla denilen yerdeki bir bahçede yaşayan bu sonuncu zatın Hızır'dan hırka giydiğini, daha sonra aldığı bir işaret üzerine bu hırkayı aynı yerde kendisine giydirdiğini söyler (a.g.e., I, 187). Musul'da bir yıl kadar kalan İbnü'l-Arabî, ibadetlerin sırlarına dair et-Tenezzülatü'l-Mevśıliyye adlı eserini burada kaleme aldı. Ertesi yıl (Zilkade 602 / Ha-ziran 1202) Urfa, Diyarbekir, Sivas üzerinden Malatya'ya geldi. Bağdat'tan bu ya-na Sadreddin Konevî'nin babası Mecdüddin İshak ve Harranlı Ebü'l-Ganaim'in azatlı kölesi Abdullah Bedr el-Habeşî de kendisine refakat etmekteydi.

Bu sırada ikinci defa Anadolu Selçuklu tahtına çıkan I. Gıyaseddin Keyhusrev eski dostu Mecdüddin İshak'ı Konya'ya çağırınca İbnü'l-Arabî de onunla beraber Konya'ya gitti. Mecdüddin, hükümdarın oğlu Keykavus'a hoca tayin edilerek tekrar Malatya'ya gönderilirken İbnü'l-Arabî bir müddet daha Konya'da kaldı, bu arada Evhadüddîn-i Kirmanî ile görüştü. Daha sonra Halep, Kudüs, Mısır yoluyla Mekke'ye gitti. Buradan yine Bağdat'a, ardından Konya'ya döndü. Miguel Asin Palacios, onun 612'de (1215) Konya'ya gelmesinin tek sebebinin sultanı hıristiyanlara karşı kışkırtmak olduğunu ileri sürer. İbnü'l-Arabî, Halep ve Sivas'a yaptığı seyahatlerden sonra 615'te (1218) Malatya'ya yerleşti. Dostu Mecdüddin İshak vefat edince vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla evlendi. Oğlu Sa'deddin Muhammed büyük ihtimalle burada dünyaya geldi.

İbnü'l-Arabî bu yıllarda manevî evladı olarak gördüğü (Muĥađaratü'l-ebrar, II, 260) Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus'a hıristiyanlara karşı tavizkar davrandığı için bir mektup yazarak savaşla onları zimmî hükmü altına almasını tavsiye etti ve kafirlerin en şiddetlisi dediği Haçlılar'ın ele geçirdiği beldelerden -bu belde Kudüs bile olsa- müslümanların derhal hicret etmesi gerektiğini söyledi (el-Fütûĥat, IV, 460). Onun bu mektubunun daha önce sultanın yazdığı bir mektuba cevap olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., II, 260-261; IV, 547). İbnü'l-Arabî, Sivas'ta iken de Keykavus'un Antakya'da Franklar'a karşı cihad ilan edeceğini ve şehri kuşatıp muzaffer olacağını rüyasında görmüş, bunu bir şiirle sultana Malatya'dan bildirmişti (a.g.e., II, 241). İbnü'l-Arabî'nin devlet adamlarıyla ilişkileri sadece Selçuklu sultanlarıyla sınırlı kalmamış, Eyyûbîler'in Halep emîri el-Melikü'z-Zahir ve Dımaşk emîri el-Melikü'l-Âdil ile de münasebetlerini sürdürmüştür.

Dımaşk'a yerleştikten sonra kendisine vaki olan mübeşşiratta, Hz. Peygamber'in elinde bir kitapla zuhur ederek, "Bu elimdeki, hikmetlerin yuvalarını (fusûsü'l-hikem) gösteren bir kitaptır, bunu al ve faydalanacak kimselere açıkla" dediğini nakleden İbnü'l-Arabî, bu işaret üzerine Fuśûśü'l-ĥikem'i 627 (1230) yılında burada telif etti. Daha sonra zamanının büyük bir kısmını el-Fütûĥatü'l-Mekkiyye'yi gözden geçirmeye ve yeniden yazmaya ayırdı. İlk nüsha üzerine birçok ilave ve tashih ihtiva eden bu ikinci nüshayı vefatından bir yıl kadar önce tamamladı. Ölümünden yirmi gün önce talebesi Sadreddin Konevî ve İbn Sevdekîn'in Kitabü'l-İsfar'ını kendisine kıraat ettikleri bilinmektedir.

22 Rebîülahir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Dımaşk'ta Benî Zekî'lerin malikanesinde vefat eden İbnü'l-Arabî, Kāsiyûn dağı eteğindeki Salihiye semtinde bulunan Kadı Muhyiddin İbnü'z-Zekî ailesinin kabristanına defnedildi. Daha sonra iki oğlunun da gömüldüğü bu yer sonraki devirlerde Şam bölgesinde yaygınlık kazanmaya başlayan tasavvuf karşıtı akımların oluşturduğu aleyhte propagandalar neticesinde bakımsız kalarak unutulmaya yüz tuttu. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde uğradığı Şam'da ilk iş olarak onun kabrinin yerini tesbit ettirerek üzerine bir türbe, yanına da bir cami ve bir tekke yaptırmıştır. II. Abdülhamid tarafından tamir ettirilen türbe bugün de şeyhi sevenlerce ziyaret edilmektedir. Abdülvehhab b. Ahmed eş-Şa'ranî'nin naklettiği meşhur bir rivayete göre İbnü'l-Arabî, kabrinin harap olacağını ve Yavuz Sultan Selim tarafından ihya edileceğini, "Sîn (Selim) Şîn'e (Şam) girince Muhyiddin'in kabri ortaya çıkar" şeklindeki rumuzlu ifadesiyle önceden bildirmiştir (el-Kibrîtü'l-aĥmer, I, 188)..

İbnü'l-Arabî, ilk evliliğini memleketinin ileri gelen şahsiyetlerinden Abdûn el-Bicaî'nin kızı ile İşbîliye'de iken yaptı. İkinci defa Mekke'de Haremeyn Emîri Yûnus b. Yûsuf'un kızı ile evlendi. Bu evliliğinden Muhammed İmadüddin adındaki oğlu oldu. Üçüncü evliliğini Malatya'da Sadreddin Konevî'nin dul annesiyle yaptı. Dördüncü olarak Dımaşk Malikî kadısı Zevavî'nin kızıyla evlendiği kaydedilmektedir. İkinci oğlu Muhammed Sa'deddin'in Malatya'da doğduğunu bildiren kaynaklar esas alındığında onun üçüncü evlilikten olduğu kabul edilir. Bu durumda Muhammed Sa'deddin, Sadreddin Konevî'nin üvey kardeşidir.

ESERLERİ VE ÜSLUBÛ

İbnü'l-Arabî eserlerini herhangi bir müellif gibi düşünüp taşınarak yazmadığını, bu eserlerde yer alan bilgilerin zihinsel ürünler olmaktan ziyade birer "ilahî imla" olduğunu özellikle vurgular (el-Fütûĥat, I, 59). Bu tür bir biliş tarzıyla sahip olunan bilgileri yazıya geçirirken ya-şadıklarını bir doğum sancısına benzetir ve bütün eserlerinin, ya Allah'tan gelen mevaridin kalbini yaracak ve ciğerlerini parçalayacak hale geldiğinde daha fazla dayanamayıp bunlardan zaptedebildiklerini kaydetmek suretiyle veya hakikatin doğrudan doğruya mükaşefesiyle yahut da bizzat Allah'ın emriyle imkan dairesine geldiğini söyler (a.g.e., III, 477). Rûhulemîn (Cebrail, bk. eş-Şuara 26/193) kalbinin üzerine indiğinde beşerî terkibinin dağıldığını, kendisine zan, tahmin ve şüpheden arınmış bilgiler verdiğini belirtir (et-Tenezzülatü'l-Mevśıliyye, s. 7).

Hatta bu sebeple kitaplarında yer yer düzensizliklerin göze çarpabileceğini, ancak bunların kendi iradesiyle olmadığını da vurgular. Nitekim el-Fütûĥat'ın usulden bahseden 88. bölümünün mantıkî olarak şimdi bulunduğu yerden daha önce gelmesi gerektiğini, ancak tıpkı Bakara sûresinden talak, iddet ve nikahla ilgili ayetlerin orta yerinde, "Namazlarınızı ve orta namazı muhafaza ediniz" (el-Bakara 2/ 238) ayetinin gelmesi gibi bunun da kendi iradesi dışında bu şekilde yerleştirildiğini belirtir (el-Fütûĥat, I, 59-60; II, 163). Henry Corbin, bu yönüyle İbnü'l-Arabî'nin eserlerindeki üslûbun filozofların tuttuğu Aristocu mantıkî teselsül yolunu değil Stoacılar'ın üslûbunu andırdığını söyler. Ciltler tutan eserleri bulunan müellifin müsvedde yapma adeti olmadığını ve bütün yazılarını kendisine geldiği gibi kaleme aldığını söylemesi de ilginçtir (a.g.e., IV, 611).

Eserlerinin şeklî özelliklerinin yanı sıra muhtevaları konusuna da temas eden İbnü'l-Arabî, verdiği bilgileri bazı kişilerin söz ve görüşlerinden veya kitaplardan aktarmadığını söylemiştir. Kendisinin başkasına ait sözleri tekrarlayanlardan, bir başka eseri veya herhangi bir müellifin yolunu izleyenlerden, filozofların veya benzeri düşünürlerin sözlerini ve görüşlerini nakledip duranlardan olmadığını, kitaplarının sadece Hakk'ın kendisine keşif yoluyla verdiği ve imla ettirdiği şeyleri içerdiğini (a.g.e., I, 64; II, 432, 479), sahip olduğu ilmin vecd sultanının veya vücutta fani olma halinin kendisinde galebe ettiğinde kalbinde tecelli eden şeylerden ibaret olduğunu ileri sürer (Kitabü'l-Mesa'il, s. 6).

İSLÂM DÜŞÜNCE TARİHİNE DAİR GÖRÜŞLERİ

İbnü'l-Arabî diğer dinlere mensup bazı filozof ve düşünürler karşısında izlediği tutumu müslüman düşünürlerin fikirlerine karşı da sergileyerek benzer eleştirilerde bulunmuştur. İbnü'l-Arabî, kendisine Kur'an verilen kimseye ilm-i kamil verilmiş olduğunu ve mahlûkat içerisinde Muhammed ümmetinden daha mükemmel bir ümmet olmadığı görüşünü ortaya koyarak (el-Fütûĥat, II, 107) bu ümmeti tahlile başlamış, müslümanları kendi içinde havas ve havassın havassı şeklinde bir derecelendirmeye tabi tutmuştur. Ona göre ümmetin genelini (avam) halk, özelini (havas) fakihler, kelamcılar ve filozoflar, seçkinlerini (havassü'l-havas) ise muhakkik sûfîler oluşturur.

Muhakkik sûfîler nebevî yolu takip eder, filozoflar ise sadece kendi nazarlarına dayanırlar. Muhakkik sûfîlerle felsefecilerin fikirlerinin birtakım farklılıklar göstermesi onların metotlarına da yansımıştır. Mesela muhakkik sûfîler görüşlerini ifade ederken münakaşa ve cedel yolunu hiç kullanmamışlardır, felsefe ve kelam ise neredeyse münakaşa ve cedelden ibarettir (Kitabü'l-Fena', s. 8). İbnü'l-Arabî'nin "akıl sahibi" kavramını açıklarken getirdiği yorum, bir yönüyle tarihî süreçte belki de en fazla tahrife uğramış olan bu kavramın gerçeğine ışık tutarken diğer yönüyle felsefenin onun nazarında geldiği noktayı göstermektedir. İbnü'l-Arabî, ilahî maarifin münzel kitaplarla "inme", resuller ve nebîler dilinden "nutk olunma" ve akıl sahiplerince "akledilme" sürecine tabi olduğunu söyler ve "akıllı kişiler" ifadesiyle birtakım filozofları ve kelamcıları kastetmediğini özellikle vurgular.

Ona göre akıllı kişiler nebîler ve resullerin yolundan giderek çeşitli riyazet, mücahede ve halvet şekilleriyle nefislerini terbiye edip kalplerini saflaştırarak ulvî alemden gelen varidatla ilham sahibi kılınmış kimselerdir. Benzerlerinin kendi zamanında da bulunduğunu bildirdiği söz ve cedel sahibi kimselerin ise bütün fikirlerini tamamen öncekilerden aldıkları kavramlar üzerine bina ettiklerini, bunu yaparken o kişilerin kullandığı manayı da çarpıttıklarını, ancak akıl sahibi olanların onlara pek iltifat etmediğini, çünkü bunların dini hafife aldıklarını, Allah'a ibadet eden kulları küçümseyerek onlarla alay ettiklerini söyler.

Onların kalplerini dünya sevgisi, makam ve mevki hırsı kaplamış olduğundan ilmin hakikatinden sapmışlar, Allah da onları zelil ederek emirlerin kapısına ve cahillerin idaresine muhtaç etmiştir (el-Fütûĥat [nşr.], V, 103-105). İbnü'l-Arabî hakikat ilmi yolunda olan müslüman düşünürleri de iki gruba ayırır. Birinci grup filozoflar ve onlara tabi olanlardır; bunlar sadece akılları ve fikirleriyle hareket ettikleri için yollarını şa-şırmışlardır. İkinci grup ise resuller, nebîler ve evliyanın seçkinleri, yani Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Bayezîd-i Bistamî, Ferkad es-Sebahî, Cüneyd-i Bağdadî, Hasan-ı Basrî gibi muhakkik sûfîlerdir (Kitabü'l-İsfar, s. 9).

Müslüman filozoflara yönelik bu değerlendirmelerden sonra İbnü'l-Arabî kelamcıları tahlil eder. Bakıllanî, Ebû İshak el-İsferayînî, İmamü'l-Haremeyn el-Cüveynî, Ebû Hamid el-Gazzalî ve Fahreddin er-Razî gibi kelamcıların oluşturduğu bu grubun kendisinin de benimsediği bazı görüşleri bulunduğunu, ancak fikirlerinin çoğuna katılmadığını söyler. Mesela eserlerinde adını en fazla zikrettiği düşünür olan Gazzalî'nin, "İmkan aleminde şu var olan alemden daha mükemmeli yoktur" şeklindeki görüşünü ve Batınîler'i tenkit etmesini desteklerken Allah-alem irtibatı konusundaki görüşünü eleştirir.

Başka bir yerde "nübüvvet-i mutlaka" konusunda birçokları gibi Gazzalî'nin de bilgisi olmadığını, onun sıddıkıyyet ile nübüvvet arasındaki bu makamı inkar ettiğini söyler. Öte yandan Kimya-yı Saadet adlı kitabında nübüvvetin kesbî olduğunu ileri sürdüğünü iddia ederek Gazzalî'yi eleştirenlere karşı "kastı bu değildi" diyerek onu savunur (bu eleştiriler için el-Fütûĥat [nşr.], I, 53, 143; II, 91, 398; IV, 154, 161, 238, 455; V, 159, 317; VIII, 221, 482; IX, 347-349; XI, 253, 255, 358; XII, 514; XIII, 233; XIV, 616; el-Fütûĥat, II, 289, 290, 345, 496, 622, 644, 649; III, 316; IV, 89, 106, 260). Kendisinde istidat sezdiği Fahreddin er-Razî'ye bir mektup yazarak takip ettiği metodun yanlış olduğunu ve tasavvufla daha ciddi olarak ilgilenmesi gerektiğini bildirmiştir.

İbnü'l-Arabî'nin vahdet ve kesret görüşünün Eş'arîler'in cevher ve arazlar hakkındaki görüşlerine, kader görüşünün yine onların kader görüşüne, ilahî sıfatlar konusundaki görüşlerinin de Mu'tezilîler'e benzediği söylenebilir. Mu'tezile'nin, Allah'ın sıfatları ile zatının bir olduğu görüşünü ifade etmek için kullandıkları "O kendinden işitir, görür, bilir" sözünü aynen tekrarlamakta bir beis görmediği hissedilir (el-Fütûĥat [nşr.], III, 267). Onun "a'yan-ı sabite" görüşü Mu'tezilîler'in "ma'dûmat"ı ile benzerlikler gösterir. Aynı şekilde küllîler görüşü İbn Sîna'nın bu konudaki görüşüne benzer. Bazan kendi görüşüyle kelamcıların görüşlerinin örtüşebileceğini söyleyerek telifçi bir tutum izlediği de görülür.

Mesela ahirette Allah'ın gözle görülemeyeceğini söyleyen Mu'tezile için, "Doğru söylüyorlar, … biz ancak bizi görürüz" dedikten sonra gözle görmenin mümkün olacağını söyleyen Eş'arîler için de, "Onlar da doğru söylüyorlar" diyerek bu yaklaşımın gerekçelerini izah eder (el-Fütûĥat, IV, 245). Bütün bunlara rağmen onun ilke olarak kelam ilminin öncüllerini ve metodunu pek benimsemediği anlaşılmaktadır. Ona göre kelamcılar cevher ve arazdan başka bir şeyden bahsetmezler. İnsanların çoğunun ise bu tür bir ilme zaten ihtiyaçları olmadığını, kelamcıların insanlara verebilecekleri bir şeyleri bulunmadığını belirterek onlardan halkı halleri üzere bırakmalarını, onları tekfir etmemelerini ister.

İBNÜ'L-ARABÎ'NİN ANADOLU'YA TESİRLERİ

İbnü'l-Arabî, dönemin belli başlı Selçuklu yerleşim bölgeleri olan Malatya-Konya ekseninde bir süre ikamet etmiş, dört yıla yakın bir süre Malatya'da, bir o kadar da Konya'da kalmıştır. Buralarda ilim ve irfan meclisleri düzenlemiş, istidat gördüğü bazı kimseleri talebeliğe kabul etmiştir. Selçuklu sultanlarına nasihatlerde bulunan ve onlardan hüsnükabul gören İbnü'l-Arabî'nin Selçuklular'dan sonra kurulacak olan Osmanlı Devleti'nin doğuşunu ve çöküşünü önceden haber verdiğine dair rivayet büyük ilgi görmüştür.

Bu konuda kendisine ilm-i cifre dair eş-Şeceretü'n-Nu'maniyye adlı eser izafe edilerek bu devletle mistik bir irtibatı sağlanmıştır. Diğer taraftan devletin manevî kurucusu Şeyh Edebali'nin Dımaşk'ta öğrenim görürken İbnü'l-Arabî'nin sohbetlerine katılarak müridi olduğu rivayetiyle bu durum fizikî olarak da perçinlenmiştir. Bunun yanında Fuśûśü'l-ĥikem şarihi Davûd-i Kayserî'nin devletin ilk resmî başmüderrisi ve onun talebesi Molla Fenarî'nin ilk şeyhülislam olması da bu mektep ile Osmanlı Devleti arasındaki irtibatın ilginç delilleridir.

Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi dönüşünde uğradığı Şam'da ilk iş olarak İbnü'l-Arabî'nin kabrini aratması ve bulunan yere derhal mescid, medrese ve tekkeden oluşan bir külliyenin yapılmasını emretmesi de (Celalzade, s. 209) bu irtibatın önemli tezahürlerindendir. Her ne kadar bazı zahir uleması, "nehre atılmalı ve atılırken de suyun üzerine sıçramamasına dikkat etmeli" fetvasını verdiyse de Fuśûśü'l-ĥikem'i bizzat Sultan III. Murad tercüme ettirmiş ve tercümenin adını dahi kendisi koymuştur. Yine sultanların emriyle bazı alimlere onu müdafaa eden risaleler yazdırılmıştır.

Osmanlılar'ın duraklama dönemine gelinceye kadar devlet ricali ve ilmiye sınıfı katında kendisinden hep hürmetle bahsedilen İbnü'l-Arabî'nin bu konumunun duraklama dönemiyle beraber bozulmaya başlaması bir karşılıklı sebep-sonuç ilişkisini zihinlere getirmektedir. İbn Teymiyye'nin fikirlerinin ithaliyle ulema tipinde bir değişiklik baş göstermiş, Kadızadeliler ve Çivizadeliler türü alim tipini doğuran bu fikirler, o ana kadar tasavvufî irfanla da meşgul olan ilmiye sınıfını artık kısır tartışmalar içerisine hapsetmiştir. Bu tür bir alim tipinin İbnü'l-Arabî irfanı ile anlaşmazlığa düşmesi ve mücadeleye girişmesi kaçınılmazdır. Tam bu noktada Şeyhülislam İbn Kemal'in fetvası bu gidişi bir nebze frenlemeye yönelik olarak ortaya çıkar. Bu fetvanın muhtevası şöyledir: İbnü'l-Arabî'nin birçok eseri mevcuttur.

Bunların içerisinde Fuśûśü'l-ĥikem ve el-Fütûĥatü'l-Mekkiyye de vardır. Bu eserlerdeki meselelerin bir kısmının sözü ve manası belli, ilahî buyruğa ve şer'-i nebevîye uygundur. Bir kısmı da zahir ehlinin anlayışına kapalı, gizli olup keşif ve batın ehlinin anlayışına açıktır. Meramını anlamayana susmak lazımdır. Zira Allah, "bilmediğin şeyin ardına düşme" buyurmaktadır. Allah doğru yola götürür ve dönüş O'nadır (fetvanın tamamı için bk. Atay, s. 263-277). Bazı ulemanın takındığı aşırı tavra rağmen İbnü'l-Arabî Osmanlı arifleri, alimleri ve şairleri arasında övgüyle anılan bir şahsiyet olmaya devam etmiştir. Birçok Osmanlı şairi kendisine methiyeler yazmıştır. Mesela Nabî bir şiirinde onu; "Sürmedir hak-i deri Hazret-i Muhyiddîn'in / Kimyadır nazarı Hazret-i Muhyiddîn'in / Saf envar-ı hakāyıktır onun asarı / Zerre yoktur kederi Hazret-i Muhyiddîn'in" diyerek över. Sünbülzade Vehbî de "Sakın eslafa, sakın ta'n etme / Mutaassıb revîşinde gitme / Hiç yakışmaz hele ehl-i dîne / İftira Hazret-i Muhyiddîn'e" sözleriyle ona yapılanların bir tenkitten çok bir iftira olduğunu ifade eder. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bulunan ilgili vesikalar, son döneme gelinceye kadar devletin Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Şam'daki türbesi ve camisinin bakımını üstlendiğini ve buraya görevli kimseler tayin edip maaş bağladığını göstermektedir (BA, Cevdet-Evkaf, nr. 11368, 13683).

ESERLERİ

İbnü'l-Arabî çok sayıda eser vermiş bir müelliftir. Etrafındaki kişilerin talepleri üzerine eserlerinin bir listesini çıkarmaya birkaç defa teşebbüs ettiğini, ancak bazı kimselere verilip iade edilmeyen kitapları olduğundan ve geçmiş zamanla fazla meşgul olmayı doğru bulmadığından bu listeleri tam olarak oluşturamadığını söyleyen İbnü'l-Arabî, ilk liste çıkarma teşebbüsü olan el-Fihrist'te (bk. bibl.) 248 kitabının adını zikretmiştir.

Burada eserlerini bazı kimselere verdiği için elinde bulunmayanlar, halkın elinde bulunanlar, kendi elinde bulunup da açığa çıkarmak için Allah'tan henüz bir işaret almadığı eserler şeklinde üçlü bir tasnifle vermektedir. Vefatından yaklaşık altı yıl kadar önce Eyyûbîler'den Gāzî el-Melikü'l-Muzaffer Şehabeddin'e verdiği el-İcaze'deki (bk. bibl.) ikinci listede bu sayı 289'a ulaşmaktadır. Her iki listedeki mükerrerler hariç toplam 289 eserden ancak doksan sekizi günümüze ulaşmıştır. Osman Yahya, 1958 yılında İbnü'l-Arabî'nin eserlerinin tesbit ve tasnifi üzerine Fransızca olarak gerçekleştirdiği doktora çalışmasında toplam 856 eseri inceleyerek haklarında bibliyografik bilgi vermiştir (bk. bibl.).

Bu çalışmada bizzat İbnü'l-Arabî'nin bu konudaki el-Fihrist ve el-İcaze'siyle diğer bazı eserlerinde atıfta bulunduğu kitaplar, Brockelmann'ın listesiyle (GAL, I, 571-582; Suppl., I, 791-802) Bursalı Mehmed Tahir'in Terceme-i Hal ve Fezail-i Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Arabî'sinde, Safaihî et-Tûnisî'nin Keşfü'n-niķāb'ında verdiği liste de görülmüştür. Söz konusu çalışmada bazı kitapların değişik adlarla farklı eserler olarak kaydedildiği, 137 eserin de İbnü'l-Arabî'ye izafe edilmiş eserler olduğu gibi önemli tesbitler yer almaktadır. Tefsîru İbni'l-'Arabî, Risaletü'l-Eĥadiyye, ed-Dürrü'l-meknûn, Şeceretü'l-kevn, et-Tuĥfetü'l-mürsele, el-Bülġa fi'l-ĥikme ve Ĥavżü'l-ĥayat gibi eserler de bu tür kitaplar arasındadır.

Osman Yahya'nın daha geniş taramalarına daya-nan tesbitlerine göre İbnü'l-Arabî'ye ait denilebilecek eser sayısı tahminen 550 civarındadır. Bu üç listenin değerlendirilmesi ışığında bugün için İbnü'l-Arabî'nin yaklaşık 245 eserinin günümüze ulaştığı söylenebilir.

Önemli bazı eserleri şunlardır:

el-Fütûĥatü'l-Mekkiyye* fî ma'rifeti'l-esrari'l-malikiyye ve'l-mülkiyye. Müellifin en büyük ve en temel eseridir. Diğer eserlerinin bu kitabın ilgili bölümlerinin birer zeyli olduğu söylenebilir. İkinci defa gözden geçirerek bizzat kendi eliyle yeniden yazdığı otuz yedi ciltlik nüsha İstanbul'da Türk ve İslam Eserleri Müzesi'ndedir (nr. 1845-1881). Türkçe'ye ve diğer dillere çok kısa bazı kısımları tercüme edilmiştir. Tahkikli bir neşri de aslına uygun olarak otuz yedi cilt halinde Osman Yahya tarafından yapılmakta iken XIV. cildin neşriyle yayın durmuştur. Eserin Mahmûd Matacî tarafından tahkiksiz bir neşri yapılmıştır (I-IX, Beyrut 1994).
Fuśûśü'l-ĥikem* ve ħuśûśü'l-kilem. Müellifin en mühim eserlerinden sayılır. Sadreddin Konevî'nin eliyle yazılan ve müellifi tarafından görülen nüshası İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi'ndedir (nr. 1933). Ebü'l-Ala el-Afîfî tarafından açıklamalarla yayımlanan (Beyrut 1946) üzerine birçok şerh yazılmıştır.
el-Cem' ve't-tafśîl fî esrari'l-me'anî ve't-tenzîl. İbnü'l-Arabî, Kehf sûresinin 60. ayetine kadar getirdiği bu tefsirin altmış dört cilt olduğunu söyler. XX. yüzyılın başına kadar mevcut olduğu rivayet edilen eser halen kayıptır.
et-Tedbîratü'l-ilahiyye fî islaĥi'l-memleketi'l-insaniyye. İbnü'l-Arabî bu eserinde, Aristo'ya nisbet edilen siyasete dair bir eseri kendi sistemi bağlamında yeniden kaleme almıştır (nşr. Henrik Samuel Nyberg, Leiden 1919). Eser Ahmed Avni Konuk tarafından tercüme ve şerhedilmiştir (nşr. Mustafa Tahralı, İstanbul 1991).
Tercümanü'l-eşvaķ. Altmış bir gazelle bunların şerhi olan ez-Zeħa'ir ve'l-'alaķ adlı eserini ihtiva eden bu kitap Reynold A. Nicholson tarafından İngilizce'ye (London 1911), Mahmut Kanık tarafından Türkçe'ye (İstanbul 1990) tercüme edilmiştir.
İbnü'l-Arabî'nin basılan diğer bazı eserleri de şunlardır:

Risaletü'l-envar (Kahire 1332; trc. Mahmut Kanık, İstanbul 1994); el-İsfar 'an neta'ici'l-esfar (nşr. D. Gril, Le devoilement des efets du voyage, Paris 1994 içinde); el-İsra' ile'l-maķāmi'l-esra (nşr. Suad el-Hakîm, Beyrut 1988); Rûĥü'l-ķuds (nşr. İzzet Husriyye, Şam 1970); et-Tecelliyatü'l-ilahiyye (nşr. Osman Yahya, Tahran 1367 hş. / 1988); 'Anķā'ü muġrib fî ma'rifeti ħatmi'l-evliya' ve şemsi'l-maġrib (Kahire 1970).

Resa'ilü İbni'l-'Arabî adlı derleme müellifin yirmi dokuz risalesini ihtiva etmektedir (Haydarabad 1327 hş. / 1948). Bu derleme M. Şehabeddin el-Arabî tarafından da neşredilmiştir (Beyrut 1997). Kā-sım Muhammed Abbas ve Hüseyin Muhammed Acîd'in aynı adla yayımladıkları mecmuada ise müellifin üç risalesi yer almaktadır (Ebûzabî 1998). H. Samuel Nyberg İnşa'ü'd-deva'ir, 'Uķletü'l-müstefîz ve et-Tedbîratü'l-ilahiyye adlı eserlerini Kleinere Schriften des Ibn 'Arabī adıyla neşretmiştir (Leiden 1919). Türkçe'ye ve diğer dillere tercüme edilen İbnü'l-Arabî'ye ait eserlerin bir çoğu Fuśûśü'l-ĥikem ile el-Fütûĥatü'l-Mekkiyye'nin bazı bölümlerinden ibarettir (bu tercümeler için bk. DİA, XIII, 230-237; XIII, 251-258).

Kaynak: islamansiklopedisi.com

İLGİLİ HABERLER:

Hz. Hafsa'nın hayatı (Hanım Sahabeler)

İrbad bin Sariye (r.a.) kimdir? (Sahabelerin hayatı)