Sızı ustaları
“Istırap çekeriz: dış dünya varolmaya başlar…; çok ıstırap çekeriz:
yitip gider. Acı onu sadece gerçekdışılığını açığa vurmak için uyandırmıştır.”(E. M. Cioran, Burukluk, s. 30).
Emil Cioran’ın her zihnin farklı
bir perspektiften alımlayacağı bu cümleleri, kanaatimce acının bilinç hâline
dönüşmesini işaret eder. “Bizi farklı yapan yaşanmışlıklarımızın farklılığıdır”
der, yaşanmışlıklar içinde de en çok acılarımızı seçeriz. Tecrübeyle
adlandırılan yaşamlar yaralarımızın gölgesinde filizlendiği için, her görgü,
nasihat, yanılma payı acıyla ilişkilendirilir. Hangi sözü sahaya koyarsak
koyalım ehli bilir ki peşine âh takan o sözcükten murat, sızlayan
yanlarımızdır. Kimi zaman gözleri dolu bir derinlikle bakan ancak umursamaz bir
gülüşü kimliğinin bir parçasıymış gibi yanaklarına takan yüzlerle karşılaşırız.
Hadiseler karşısında gereksiz samimiyetin aykırı, yapışkan cümleleriyle teselliye
kalkışmayan bu insanlarda duran vakarı, bir zaman sonra yerleşik bir acının
izdüşümü olarak okumaya başlarız. Ancak acıyı tanıyan ve içselleştirebilen bir
gönül, tavrına sirayet ettirebilir çünkü birikimini. Belki de bu sebeple büyük
ve güzel gülüşlerin ardında hep ağırbaşlı acılar olduğuna inanılır. Stefan
Zweig’in Karmaşık Duygular kitabındaki “Bir Yüreğin Çöküşü” adlı öykü
acının son durağının kişide tecelli edişini anlatır. Öyküde, ömrünü çalışmaya
vakfetmiş hasta bir adamın kızı ile ilişkilendiremediği bir günaha tanıklık
etmesiyle yaşadığı büyük kırgınlık konu alınır. Bu kırgınlık onun yaşamını
yeniden yorumlamasına ve gittikçe daha büyük bir hüzün anaforuna çekilmesine
neden olacaktır. Su vermek için hayatını
yorduğu o ellerin, kendi kuyusuna attığı taşları fark etmesi ihtiyarı içinden
çıkamayacağı dev bir yalnızlığa hapseder, bir süre sonra da onu çevresindeki
her şeye karşı hissizleştirir. Dışarının hissizlik olarak gördüğü bu devre,
insan için yeni bir eşik, yeni bir terakki makamıdır aslında. Sözün hükümsüz
kaldığı, her motifiyle hâlin devreye girdiği yerdir orası.
Sızılarının çeşitliliği, sızılarının
çok renkliliği kişiyi zengin kılar ancak bir acı üzerinden uzun/derin/köklü
imtihana tâbi tutulmak ustalaştırır onu. Alacağımız eğitimi ustasından almak
gerektiğine inanırız da, düşünmeyiz sızının da ustaları olduğunu. Bence
bereketli ve güzel yaşayan; o güzelliği ağırbaşlılık, yardımseverlik, mertlik,
doğruluk, samimiyet gibi vasıflarla kendinden taşırabilen herkes sızı
ustasıdır. Bilgisine, terbiyesine
müracaat edeceğim ustamdır benim.
İstanbul Kırmızısı adlı
eseri okurken öğrendim; Japonya’da kırık seramikleri onarırken kırığı örtmeye
çalışmazlar, tam tersine onu vurgulamak için kırık yeri altınla doldurarak
düzeltirlermiş. Çünkü bir şey zarar görmüşse, bir öyküsü olduğu düşünülürmüş ve
bu onlar için çok değerliymiş (Özpetek, s. 68). Bu incelik insanların sakladığı
acılara keyfiyet yüklemek, tecrübeyle onu eşdeğer kılmak değilse nedir? Ancak
şöyle de bir durum var; o billurlaşmış şeritler birer öge olarak sadece
hayatlarımızın bir köşesine iliştirilmiş duruyor, bizimle mütemadi bir konuşma
içerisinde bulunamıyorsa kendini tekrara düşen bir yanılgı olmanın ötesine
geçemezler. O şeritler kulağımıza “mü’min
bir delikten iki defa ısırılmaz” hadisinin hakikatini fısıldayamıyorsa sahibini
büyüten değil eriten bir yapı sergiler. Hayatın içinde kayboluşla neticelenecek
bu eriyiş, önce insanın kendisine olan saygısını yok eder ve sonra karakterini
dumura uğratır. Bu sebeple adı fedakârlık değil; zaaftır, zillettir, zulmettir
bazen kendimizden kopardıklarımızın. Bazı hayatlara ibretle baktığımızda
hikâyelerinin bir tekrardan ibaret olduğu gözümüze çarpar. Onlar hep taşıyan,
ağlayan/haksızlık edilen, yüklenilen taraftırlar. “Böyle midir gerçekten” diye
düşünmeden edemeyiz yahut bu, gönüllülük taşıyan bir tercih midir? Hem sonra 'artık
değişeceğim' lafzı dillerinde bir şarkı olarak kalmaya mahkûmdur bu cefakâr
duruşların. Mahkûmdur çünkü 'artık değişmek' bunu ilân etmenin ötesinde, eyleme
geçmeyi zorunlu kılar. Değişim söylem değil eylem talep eder ve yüksek sesle
duyurulan her söylem de manidir eyleme. Hayat başımıza vura vura anlatır bunu.
Güneşin battığı yere yaklaşmadan
sızının saf ustalarını rehberim bildim. Hayatın tecrübeye dönüştürdüğü
kırgınlıkları sesinin tınısından, hâlinden, sükûtundan yudumladım, hâllerinin
güzelliğiyle hasbihâl ettim. Sızı ustam bildi mi benim rehberim olduğunu, işte
ondan emin değilim…
Selam ile.