Dolar (USD)
32.26
Euro (EUR)
34.69
Gram Altın
2404.02
BIST 100
10247.75
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

25 Şubat 2023

Aşırı metafizik

Kilisenin Ortaçağ’da insanı kendisine bırakmaksızın tümüyle temellük etmeye çalışması önemli bir handikap oluşturmuştur. Herşeyi metafizikleştirirseniz, insanın hareket edebileceği, düşünebileceği bir manevra alanı bırakmazsınız. Böylece insan hayattan da soyutlanmış olur.

Bu tavır karşısında geliştirilen hümanizma, Klasik çağdan esinlenerek insanın hedefini kendi içkinliğinde bulan bir anlayış geliştirdi. Böylece insan düşüncesini ve duyularını yeniden dünyaya ve kendisine çevirmiş oldu. Bu andan itibaren zaman açısından ileriye doğru Batı’daki tüm gelişmeler insanın yapabilirliği, kendisini keşfi üzerinden bir şeyler ortaya koymuştur.

Kilisenin anlayışı ile bir toplumun devam edemeyeceği ve bir noktadan sonra böyle bir açılımın olacağını zaten insanlık tarihine baktığımızda anlamak zor değildir. Bu safhada bilimin gelişmesi de benzer bir seyir izlemiştir. Kutsal kitabı temellük etmiş ve hakikati uhdesine almış olan kilisenin bu tavrı karşısında “tabiat” ve olguların dünyası iyi bir çıkış noktasıydı.

İlk başlarda tabiat da Tanrı’nın yazılı olmayan kitabı olarak görülmüş; dolayısıyla tabiat ve olgular dünyası Tanrı’dan bir kopuş yaşamamıştı. Hatta tabiata hakim olmak, orada Tanrı’nın kurallarını ve ilkelerini keşiften yola çıkan bir zihni alt yapıya sahipti. Esasen Batı’da bugüne kadar seküler tavırlarla yol alsa da, modern bilimlere yön veren esas soru Tanrı’nın zihninin nasıl çalıştığı gibi bir soruyla ilerlemiştir.

Fakat daha sonraki süreçte gerek tabiat gerekse bilimin Tanrı ve kutsal ile olan bağlantısı kopmuştur. Öyle ki bu kopuşun ardından bugüne kadar bilim ve din birbirine indirgenemez bir düalizmin yani iki farklı gerçeğin kaynağı olarak algılanmışlardır. Fakat hem Batı’da hem de İslam dünyasında esas sorunu bu algılama biçimi oluşturmaktadır.

Doğrusu Batı’nın kilisenin temellükünden kurtulduktan sonra kiliseye karşı geliştirdiği tavrı, en azından o günkü psikoloji içerisinde anlamak mümkündür. Fakat bunun doğru bir tavır olmadığı yaşadığımız süreçlerde daha net anlaşılmaktadır. Zira burada ya bilimi metafizikleştirme ya da din üzerinden aşırı bir metafizik üretilmektedir.

Öncelikle işin temel felsefesine bakmalıyız. Din insanın mevcut kapasitesinin tüm hakikati kavrayacak bir yetkinlikte olmadığından dolayı vardır. İnsanın akıl, duyular vb. mevcut donanımı tüm hakikati kavrayacak düzeyde değildir. İnsan bu yetileri ile ancak fenomenler dünyasında olguları anlar, aralarında ilişkiler kurar ve çıkarımlarda bulunarak maddi dünyasını inşa eder. Biz buna bilimsel faaliyet diyebiliriz.

Fakat insana ve evrene dair gerçeklik bundan ibaret değildir. İşte fenomenler dünyasının sınırlarının bittiği yerde “din” devreye girmektedir. Fakat dinin rolünü bununla sınırlı olarak belirlersek, yine düalist bir zemine kaymış oluruz. Din aynı zamanda insana anlam ve değerler koyarak dünya hayatının çerçevesini çizer. Fakat bu hiçbir şekilde dinin bilimin yerine ikame olması demek değildir. Kutsal kitaplar hiçbir zaman bize bilimsel veriler sunmaz.

Yaşadığımız bu sürece baktığımızda “acı”nın verdiği ıstıraptan olsa gerek tüm bunların birbirine karıştığını görmekteyiz. Kimileri dini tamamen gereksizleştirerek fikir üretmektedirler. Fakat bu ıstırapları aşmanın yegane kaynağı ve motivasyonu yine dindir. Öte yandan hala bilimsel alana duyarsız yorumlar da geliştirilmektedir. Bunların ikisi de yanlıştır.

Yani bundan sonra hem şehrin ve binanın inşasında jeoloji, mühendislik vb. bilimsel olgulara göre hareket edilecek, hem de ıstırapların dinmesi için Tanrı’ya dua edilmeye devam edilecektir. İkisi de insan için hakikatin bir parçasıdır.