Dolar (USD)
32.28
Euro (EUR)
35.05
Gram Altın
2474.57
BIST 100
10489.04
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

24 Aralık 2012

'Boz'duğun 'yapı'ya bir bak

Küreselleşme, dünyanın kaçınılmaz bir gerçeği olarak son yıllarda üzerinde en fazla tartışılan fenomenlerden birisi haline gelmiştir. Bu yazı, iki sene önce benzer şekilde yayımlanmıştı; ama sorunlar hala devam ediyor. Küreselleşme lehindeki bir takım dönüşümlerin, ülkelerde farklı ekonomik, politik ve toplumsal tavır alışlar üzerindeki yansıma ve sıkıntıları, derin analizleri gerektirecek ciddiyette ve boyuttadır. Türkiye'nin son 10-15 yıldır yaşadığı serencam, özgürlüğü en ileri boyutlara getirebilmek arzusuyla girilen "yol"un niteliklerini düşünme konusunda topluma bir ket vuruyor. Bu da son kertede aşırılığı bir başka aşırılığa götürme riskini beraberinde getirmektedir. İşte tam da bu sebeple, geçmişin travmalarını yok etmenin yegane yolunun küreselleşmenin işlerliklerine yelken açma olduğu düşünülebilmektedir.

Tarih, çoğu zaman sanıldığının aksine aşırılıklara tanıklık etmektedir ki, tekerrür kayıtları bize bunu göstermektedir. Batı dünyasında Ortaçağ'da hakim olan teokratik dönem, din adamlarının Tanrı dolayımından toplum üzerindeki hükümranlıklarının ve totaliter uygulamalarının diğer adı olmuştur. Rönesans, Reform ve Aydınlanma düşüncesi, teokratik dönemin aşırılıklarına bir başka aşırılıkla cevap vererek, Tanrı'nın dünyayı terk ederek kendi sınırlarına çekildiği bir yaşam tasavvur etmişti. Artık "hakikat"ini de kendisi inşa etmek zorunda kalan insan, o günden bu yana "anlam" arayışı içinde kıvranmaktadır.

Dünya son birkaç yüzyıldır farklı dönemler içinden geçmektedir. Bunun bir sonucu olarak, imparatorluklar ve çok uluslu yapılar, ulus devletlere yerini bırakmış; ulus-devlet anlayışları da küreselleşmenin yeni yönelimleri çerçevesinde eski anlamını kaybetmiştir. Fakat bugün de gözleneceği üzere, bu değişim sırasında ortaya çıkan gerilim ülkelerdeki sosyal, politik ve ekonomik alanlarda kendisini olanca şiddetiyle göstermektedir.

Küreselleşme, dünyanın tüm boyutlarıyla gittikçe birbirine benzediği bir süreci anlatmaktadır. Bu bağlamda ekonomi, politika, kültür vb. insan yaşamının tüm alanlarında bir standartlaşma söz konusu olmaktadır. Yerel/evrensel dikotomisinin oluşturduğu çatlak üzerinden konuşacak olursak, aslında bir yerelliğin kendisini evrensel düzeyde dikte ettiği bir süreci tanımlamaktadır. Bir başka deyişle, tüm dünyanın yegane ISO 9001 belgesi almış "batılı" gibi yaşamasıdır. Dolayısıyla Batı kültürü içinden yapılan "The West and the rest" (Batı ve geri kalanlar) şeklindeki batı merkezci yaklaşım, bir benzeşmeyi (=benzetmeyi) içermektedir.

Küresel olana doğru yaşanan değişim ve gerilimler 1960'lı yıllardan itibaren sürekli yaşanmaktadır. Mesela Cola ve Burger'in "geri kalan" ülkelere girmesi çok önemliydi. Bilhassa colanın Çin'e girişi, başta küreselleşmenin aktörleri açısından ciddi bir dönüşümdü. Ekonominin, içinde yoğun bir yer işgal ettiği küreselleşme, batılı sermayenin global ölçekte rahatça sirkülasyonu sağladığı oranda, işlevini yerine getirmiş olmaktaydı. Batılı sermayenin rahatça dolaşabilmesi, her şeyden önce ulus-devlet yapılarının yeni duruma adaptasyonunu gerektirmektedir. Yani sermayenin devletleştirilmemesi, rahat hareket edebilmesi bu bağlamda önemlidir. Öte yandan üretim mekanizmaları olan fabrika ve manifaktürlerin, Batı dışındaki ülkelere kaydırılabilmesiyle, Batı dünyasının daha önce dışarıdan çalıştırmak için getirdiği yabancıların kültürel entegrasyonu, hammadde, çevre kirliliği, ucuz işçi vb. problemlerin de halledilmesi ve periferiye (= geri kalanlara) kaydırılması söz konusu olmuştur.

Tam da bu noktada ortadaki karmaşaya doğru sorular sorarak yaklaşmanın gerekli olduğu kanaatindeyiz. Birincisi, gerçekten Türkiye'de gösterilmeye çalışıldığı gibi bir ulusalcı-küreselci gerilimi mi vardır? Son birkaç yıldır yaşanan gelişmeler küresel aktörlerin gerçekleştirdiği bir tasfiye ve yeniden yapılandırma süreci midir yoksa biz bunları kendi dinamiklerimizle mi yapmaktayız? En önemlisi, Türkiye'de muhafazakar çevrelerin içinden çıktığı baskı sürecinin ardından bugünkü yönelimleri ile küresel yönelimler arsında ne denli bir örtüşme söz konusudur? Yani geçmişte yaşanan travmaları halletmek için küreselleşmenin özgürleştirici (!) söylemleri bize nasıl bir yön çizmektedir? Dünyanın gittiği yeri görmek demek, "gidilen yer"e yelken açmayı zorunlu mu kılmaktadır?

Küreselleşmenin dünya ölçeğindeki aktörleri, ulusal/küresel, yerel/evrensel vb. dualiteler hesabına ayrı ayrı yazılmak üzere bir manzara ortaya koymakta; toplumsal hafızadaki travmaların faturasını, küreselleşmenin "öteki"si ile özdeşleştirerek tek yönlü bir yolu zorunlu kılmaktadır. Böylece geçmişin travmalarını hatırlamak bile istemeyen geniş kitleler, "an"lık hazlara takılırken yolun nereye gittiğine bile bakmamaktadırlar. Halbuki bir önceki travma da aynı kültürün içinde üre(til)mişti.

Endişem odur ki, Tanzimat'tan bu yana devam eden Aydınlanma projesinin farklı formlarda tezahür eden içerikleri, toplumsal kodlardaki oynamaları yapıbozumu düzeyine getirmiştir. Yapıbozum, tüm yerleşik olanı bozup, metnin niyetini deşifre etmekle birlikte, Foucault'un deyişiyle heterotopik bir dizge içerisinde her şeyi biraraya getirmektedir. Fakat tehlikeli olan şudur: Geçilen yollar yapıbozumuna uğratılırken, bir müddet sonra geriye baktığımızda kendimizi inşa edecek temelleri de heba etmiş olacağız.