Dolar (USD)
32.32
Euro (EUR)
34.55
Gram Altın
2410.64
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Camideki Türk

Fransa merkezli olup, 1789 yılı öncesinde ve sonraki yıllarda tüm dünyaya yayılan ve aslında Avrupa’yı kilisenin skolastik din anlayışından, prangasından kurtaran pozitivist yeni bir dünya inşasının karşısındaki en büyük engel İslamiyet’in özünde ve ruhunda yer alan “din” anlayışıydı.

“Cami’deki Türk” gibi özel bir başlık bu anlatıların neresinde derseniz, tam ortasında diye cevap vermemiz tamamen tarihi gerçeklerle birebir örtüşür. Müslüman Türklerin İslam dünyasına giriş süreçleri ve sonraki yaşanan tarihi olaylardaki başat rollerini gözönüne aldığımızda, aslında işte tam da burada bu “büyük birlik” hedefine uygun bir açıklama olur.

Türkler, dini mekân tasarımlarında ilk mabedi (Mescid-i Nebevi) örnek almakla beraber, değişen ve gelişen zamana uygun olarak bu tasarımda güncellemeler yaptılar. Türk sanatkârları, mimarları, hattatları, süslemecileri vd yaşadıkları dönemlerde yaptıkları eserlerde çağlarının ötelerine, bugünlere ve daha ötesine izler bırakan muhteşem abideler vücuda getirdiler.

Gerek şehir planlarıyla gerek cami, medrese, şifahane, aşhane, ticarethane vb halka yönelik kurmuş oldukları özgün ve de gerçekçi, gündelik sosyal yaşama ve bu felsefeye uygun mimari tasarımlarıyla, Müslüman Türklerin gündelik hayatta bu birliği her zaman kurma ve yaşatma düşüncelerinin olduğunu görürüz.

Özgün şehir planlarında dini mekân olarak “cami” merkeze alınmış ve caminin etrafında kademeli olarak semtler oluşturulmuştur. İstanbul ise, bu planlamanın zirveye ulaştığı bir Türk-İslam şehri olmuştur. Şehrin en mutena köşelerine abidevi eserler bu amaca uygun olarak ve özenle yerleştirilmiştir. Allah’a ulaşan yol yani ibadet mekânı hep merkezde olmuştur. Burada dünyanın geçiciliği ve mülkün sahibi olan Allah’ın her dem gözününde olması vurgusu vardır.

Türklerin yönetim anlayışında doğal olarak var olan, farklı sosyal yapıları bir araya getirme ve adil bir şekilde yönetme anlayışının sanattaki yansımaları da benzer bir şekildedir. “Cami” kavramı ile Türkler, devasa büyüklükteki mabedlerde yönetim anlayışları olan herkesi (tabiatıyla burada birer zenginlik kaynağı olarak görülen farklılıkları da olan her türlü müslümanı) bir araya getirme düşüncesini mimaride başarıyla uyguladılar. Geniş saflardan, herkesi kucaklayan büyük bir kubbeden oluşan bu camilerde yazı yani hat düzeni de buna göre şekillendi. Müslümanları bir araya getiren, onları birlik olmaya ve ibadetlerini yaptıktan sonra da Sultanahmet Camii harimindeki kuzey giriş kapısında yer alan bir hat örneğinde olduğu gibi, çalışmaya teşvik eden dini metinlerle de camiyi tezyin ettiler.

Dikkat çeken bu örnek şudur: Kuzey tarafından (ana avludan) harime (caminin namaz kılınan iç mekânına) girildiğinde, çoğu kişinin farkında olmadığı bir yazı dikkat çeker. Namazdan çıkılırken çok daha rahat bir görüş açısına giren bu yazıda şu yazmaktadır: “El-Kâsibu Habîbullah=Allah çalışanı sever”. Çalışmak, emek, alınteri gibi iktisadi hayatı da doğrudan ilgilendiren bu metin çok mühimdir ve bilinçli olarak buraya kapı üstüne yerleştirilmiştir.

Günde beş kere camiye davet edilen Müslüman, dünyayı arkada bırakarak ve tamamen huşu içinde namaz kılarken, yönelmiş olduğu Allah’ını yine unutmadan, camiden çıkarken ona şu hatırlatma yapılıyor aslında: Git ve dünyan için de çalış. Üret. Üretken ol. Elindeki bir çubuk parçasıyla bile bulunduğu yerde bir hareketlilik sağlayan kişiye selam veren bir Peygamber’in (sav) ümmetiyiz. İşte biz buna dünya-ahiret dengesi diyoruz ki, bu yorumu gündelik hayatın içinde sanırım en iyi anlayan ve uygulayan Müslüman Türkler olmuştur.

Günümüzde İslam dünyasının paramparça olmasının tabi ki emperyalist (iç ve dış) etkileri olsa da asıl sorun, camideki bu birliğin oluşturulamamasıdır. Allah bir, Peygamber bir, kıble bir ama gel gör ki, araya o kadar bu birliği bozacak şeytani-nefsani yapılar, kişiler, düşünceler giriyor ki, camiye giden yolda Müslüman şaşırıyor. Camilerde yanyana namaz kılan Müslümanın yanındaki kardeşinden haberi bile yok. Görsel bir saf dizilişinin ötesine geçemeyen bir görüntü bu: Sanal bir birliktelik! O zaman “ancak inananlar kardeştir” yüce buyruğunu nasıl anlayabilir ve uygulayabiliriz ki?