Dünyayı kimler yönetiyor?
Saf bakış dehaya özgüdür. Derin dalgınlıklarda gözünün önündeki nesneleri göremez insan. Elindeki kalemi arar, masasındaki kitabı, gözündeki gözlüğü çaresizce; burnunun dibindeki çatala bıçağa boş boş bakar, göremez. “Bakar kör” deriz böylesi durumlara, anlara muhatap olan insanlara. Her şey orada, gözünün önünde, bütün çıplaklığıyla durmakta ama o görememektedir. Ya kafası başka yerdedir ya önyargısına kilitlenmiştir. Baktığı yerde gördüğü şey, görmeyi umduğu, arzu ettiğinin ta kendisidir ama gerçek, gerçeğin kendisi asla değil. Ya gözü bedenini terk etmiştir veya zihniyle bedeni arasındaki kablolar zedelenmiştir. Göz aldanması kadar zihin tutulması da dehşet vericidir. Hele bu bir de topluma yayılıp genel bir kanıya, toplumun karakteristik hususiyetlerinden birine dönüşünce Allah ıslah etsin, çaresizlik tohumu bütün kıyıları kaplar, zihnin akışını görünmezleştirir.
Özellikle bizim gibi coşkulu toplumlar yanılsamaya bayılır. Gerçek yoksunu olmamızın altında yatan gerekçelerden biri de kuşkusuz iflah olmaz derecede münbit kalbimizdir. Platonik aşklar bizdedir, gerçekleşmesi mümkün olmasa da en uç hayalleri biz kurarız. Olmayanı olmuş gibi görmeye bayılırız. Gerçekleri hayallerin nesnesine dönüştürmek bizim işimizdir. Kumdan kaleler inşa etmekle, kurşunu olmayan tahta silahlarla ateş ederek geçti çocukluğumuz. Hayalperestliğimiz çocukluğumuzdan vazgeçemeyişimizle ilgilidir belki. Belki de dünyanın çivisinin bu kertede çıkmış olduğuna inanasımız gelmediği için zihnimiz ha bire çivili bir dünya inşa etmenin hayallerini kuruyordur, kim bilir?
Bütün bunların dünyayı kimin veya kimlerin yönettiğiyle ilgisi nedir? Muhtemelen imparatorluk genlerimizden tevarüs, dünyayı kurtarmaya bayılıyoruz. O kadar ki statümüz, makamımız, işimiz, gücümüz, mesleğimiz, sanatımız ne olursa olsun hemen her sohbette söz döner dolaşır dünyanın nasıl kurtarılacağına gelir ve herkes bulunduğu yerden dünyayı kurtarmanın hesaplarını yapar, reçeteler üretir. Korumasız ve şoförsüz bıraksan evinin yolunu bulamayacak bürokratından sınavlarına çalışmayı son günün son saatlerine ertelemiş çizgili pijamasıyla yurt koridorlarında söylev çeken lisans talebesine, kahvede kaybettiği her oyunu –beceriksizliğini ve dikkatsizliğini örterek- şanssızlığına yoran aylağından elindekileri kaybettiğinde bildiği tek yol dalavere olan sonradan görmüş zenginine kadar herkesin en iyi bildiği şey önce memleketin sonra da dünyanın nasıl kurtarılacağıdır. Kendini kurtarmaya gücü yetmez yurdum insanının ama dünyayı kurtarmaya yönelik püf noktalarının tamamına vakıftır. Hızımızı alamayıp “dünyayı kurtaran adam” filmi bile yapmadık mı? Allah rahmet eylesin, yakınlarda kaybettiğimiz aktörlerimizden biri tek hareketiyle, tek yumruğuyla, tek tekmesiyle ve tek başına dünyayı kurtarmadı mı? “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözü bize ait değil mi? Bir vakitler de Ortadoğu ve Balkanların en güçlü devleti, süper gücüydük. Seyirci ülkeden oyun kurucu ülke statüsüne geçmiş, masaların hakimi, devletler oyununun en hatırı sayılır ülkesi olmuştuk.
Yoksulu ve yoksunu olduğumuz gerçeğe gelirsek basit dikkatler bizi dünyayı kimin/kimlerin yönettiğine ulaştırır. Önce evimizden başlayalım. Elektriğimizden su borularımıza, ütümüzden buzdolabı, televizyon, çamaşır ve bulaşık makinelerimize kadar bütün o teknolojilerin altında kimlerin imzası var? Kimler yapmış da biz kullanıyoruz? Cep telefonlarımız, onlara veri sağlayan şirketler, internet hattının bizatihi kendisi, whatsApp, youtube, google kimin, kimlerin imzasını taşıyor? Muhatabına ulaşsın diye yola çıkardığımız en mahrem cümlelerimiz bile kimin kontrolünden geçiyor? Bizi kimler izliyor, yirmi dört saatimizi kimler kontrol ediyor? Yollarımızda kullandığımız asfalttan sinyalizasyon şebekelerine, fiberoptik teknolojilerden aydınlatma sistemlerine kadar kimlerin, hangi mühendislik dehalarının üretimleriyle hareket ediyor, yolculuklara çıkıyoruz? Okullarda kullandığımız akıllı tahtalar, o akıllı tahtalara çizilen şemalar, grafikler hangi bilimsel buluşların, hangi yaratıcı zihinlerin eseri olarak orada duruyor ve biz aslında onları anlatarak neyi anlatmış oluyoruz? Uçaklarımız, arabalarımız, demir yollarımız ve vagonlarımızın mühendislik bilgisi kimlere ait? Bugüne kadar en basit cihazlardan birinin bile motorunu yapmayı başarabilmiş miyiz? Bir markete gittiğimizde elimizi uzattığımız tüketim maddelerinin temizlikten gıdaya, en basit makarnadan en karmaşık dondurulmuş besine kadar yüzde kaçı bizim, yüzde kaçı Amerikalının, Avrupalının?.. Güç Asya’ya kayıyormuş, geleceğin dünyasını Asya kuracakmış? Bir zamanlar benim de inanacak gibi olduğum bu hikayeyi külahıma anlatsınlar. Mesela benim evimde Çin ve Rus malı neredeyse tek bir alet edevat yok. Kitaplığımda teorisinden yararlandığım birkaç Rus vardır belki ama tek bir Çinli yok. Varsa yoksa hepsi ya Avrupalı veya Amerikalı…
Hakikati niye uzakta arayalım ki? Kullandığımız eşyalara bakalım ve dünyayı kimin yönettiğine karar verelim. Bilim teorilerimiz ile terimlerimizin tamamı bile Avrupa-Amerika menşeli değil mi? En basit alet edevattan kaçı Çin malı, kaçı Rusların imzasını taşıyor, ne kadarı Avrupa-Amerika’ya ait? İşte gerçek. Rusya-Ukrayna savaşı da bir kez daha gösterdi ki dünyayı Amerika yönetiyor. Amerika’nın beyin, Avrupa’nın motor gücü olduğu, dünyanın geriye kalanların tamamının en fazla amelelik payesini elde etmek için mücadeleye tutuştuğu bir dünyada yaşıyoruz. Üretenler yönetiyor, tüketenler yönetiliyor. Güç hala Batı’da ve dünyayı onlar yönetiyor. Ulusal benliği okşayan her türden kitlesel söylemin duygularımızı tatmin dışında hiçbir işe yaramadığını, ileriye bir adım dahi attırmadığını görmenin vakti gelmedi mi? İki yüzden fazla üniversiteniz var ve basit bir cihazın bile motorunu yapamıyorsunuz, sonra da dünyayı kurtarıyorsunuz. Kim inanırsa inansın, ben inanmıyorum.