Dolar (USD)
32.57
Euro (EUR)
34.95
Gram Altın
2456.74
BIST 100
9775.47
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

10 Ocak 2021

Endülüs'te Kurtuba'nın Altın Çağı

İslam medeniyetinin parlak dönemlerinden birisi Endülüs İslam Devleti’nde yaşanmştı. O dönemi yazmaya devam eden yazar Nurettin Taşkesen ile unutulmayan Endülüs’ü ve Kurtuba’nın Altın Çağı’nı konuştuk.

İslam tarihinin şanlı sayfalarından birisi Avrupa’nın merkezinde bugün İspanya sınırlarında bulunan Endülüs İslam Devleti’nde yaşanmıştı. Tarihçiler o dönemi ‘Endülüs İslam Medeniyeti’ olarak adlandırıyor. Yaklaşık 800 yıl devam eden muazzam parlak bir dönem. Tarihçi yazar Nurettin Taşkesen’in Endülüs serisinin yeni kitabı Kurtuba’nın Altın Çağı, Mihrabad Yayınları arasında çıktı. Serinin ilk kitabı Endülüs Fatihleri ise daha önce yayınlanmıştı. Nurettin Bey ile Endülüs’ü ve yeni kitabını sizin için konuştuk.

Kudüs’ten Endülüs’e uzanan yol

Endülüs’ü araştırmaya ve yazmaya niçin ve nasıl başladınız?

2017 yılında Kudüs’e giderek araştırmaya başladım. Üç yıl içinde Filistin ve Kudüs ile ilgili üç kitabım yayınlandı. Kudüs’ten Endülüs’e uzanan tarihî ve manevi bir yol var. Fetihler ve zaferlerin yanında isgaller, katliamlar her iki coğrafyada Müslümanların değişmez kaderi olmuş. Ama asıl önemlisi, her iki beldede gayrimüslimlere tanınan haklar sayesinde hoşgörü, barış ve huzur içindeki insanlar asırlarca bir arada yaşamışlar. Bu yüzden Kudüs’ten sonra, 8 asırlık Endülüs konusunu seçerek araştırmaya başladım. 2019’da yaptığım Endülüs seyahatinden sonra da ilk kitabımı yazdım.

Coğrafya tarihin ayrılmaz bir parçasıdır

Kitaplarınızı yazmadan önce o bölgeyi ziyaret ederek araştırma yapıyorsunuz. Bunun sebebini nasıl izah edersiniz?

Maalesef eskiden tarihî romanlar, masa başında uydurulan ve gerçekle ilgisi olmayan hikâyeler şeklinde yazılmış. Hâlbuki tarihî gerçekleri saptırmaya ve uydurma kahramanlar üretmeye hiç ihtiyaç yoktur. Çünkü tarihimiz zaten sayısız kahramanlarla dolu. Merhum tarihçi Mehmed Niyazi Özdemir böyle söylerdi. Ben tarihî romanlarımda onu örnek almaya çalışıyorum. Eğer mümkünse o bölgeye gidip ziyaret ediyorum. Çünkü coğrafya, tarihin ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca o yerlerde yüzyılların birikimi olan eserleri görmek, havasını teneffüs etmek ve o insanların yaşadığı yerleri dolaşmak, yazacağım kitabın gerçeğe yakın olmasını sağlıyor. Bu yüzden kitaplarımı belge roman olarak isimlendiriyorum.

Endülüs’ün Fethi

Öyleyse Endülüs serisinin ilk kitabından başlayalım. Endülüs Fatihleri okuyucuya neyi anlatıyor?

Evvela Müslümanların Arabistan’dan kalkıp binlerce mil uzaktaki Kuzey Afrika’nın en batısına niçin gittiklerini, burada gördükleri Avrupa kıtasına yani İspanya’ya niçin geçtiklerini anlatıyor. Yani İ’la-yı kelimetullah gayesiyle insanlara hakkı, adaleti, iyiliği ve barışı götürme cehdinin neticelerini ortaya koyuyor. İkinci olarak da, Endülüs’ü Tarık bin Ziyad’ın tek başına fethetmediğini, başka fatihlerin de olduğunu ve fethin sadece askeri bir zafer olmadığını aynı zamanda İslam’ın kalpleri yumuşatarak, İspanyol halkının kendi isteğiyle kitleler halinde nasıl Müslüman olduğunu da gözler önüne seriyor.

Endülüs’ün Kanuni’si

Peki gelelim, Kurtuba’nın Altın Çağı’na. Endülüs’te ne zaman böyle bir çağ yaşanmış? Ayrıca kitabın kapağındaki zat kimdir?

Aslında sekiz asırlık Endülüs tarihine bakıldığı zaman, askerî ve siyasi bunalımların olduğu devirlerde bile ilim, sanat, üretim ve gelişme hiç durmamış ve muhteşem Endülüs İslam Medeniyetini meydana çıkarmış. Ama ben bu ikinci kitabımda, özellikle Endülüs Emevi Devleti’nin zirvede olduğu çağı ve sonrasını anlattım. Kitabın kapağında resmi olan, Endülüs’ün Kanuni’si sayılan ve tam 50 yıl tahtta kalan hükümdar Halife Üçüncü Abdurrahman, devleti askerî ve siyasi yönden bölgesinde en üstün duruma getirmiştir. Oğlu Bilge hükümdar İkinci Hakem ise, bilhassa ilim ve kültür açısından Endülüs’ü zirveye çıkarmıştır.

10. ve 11. Yüzyıl Endülüs’ü, Avrupa’nın en güçlü devleti olmakla beraber, İslam dünyasında da Abbasi ve Fatımilerin yanı sıra üçüncü bir halifelik ilan ederek, bilhassa Kuzey Afrika Müslümanlarını himayesine almıştır. Kurtuba, Osmanlı Devleti’ndeki İstanbul gibi, Endülüs medeniyetinin başkenti olmuştur. Doğuda Abbasilerin başkenti Bağdat ve Fatımilerin merkezi Kahire ile yarışan Kurtuba, medreseleri, âlimleri ve kütüphaneleriyle batıda çok önemli bir kültür merkezi haline gelmiştir.

Endülüs’e taşınan zenginlik

Çok merak edilen bir konuyu sormak istiyorum. Acaba Müslümanlar, Avrupa’nın en batısında yer alan Endülüs’te nasıl böyle güçlü bir devlet ve yüksek bir medeniyet kurabilmişler?

Her şeyden önce Müslümanlar geldikleri yerlerin kültür ve medeniyetine ait bütün birikimleri Endülüs’e taşımışlardır. Karanlık Ortaçağ Avrupası’nın hayal bile edemeyeceği bir seviyede, toplumun ihtiyacı olan maddi ve manevi bütün müesseseleri kurmuş, ülkeyi kısa zamanda refaha kavuşturmuşlardır. Örnek olarak ziraat, imalat ve ticareti ele alabiliriz. Sadece düz tarımı bilen İspanya, Müslümanların doğudan getirdiği yeni zirai ürünlerle ve sulama teknikleriyle tanışmıştır. Böylece Endülüs, senede birkaç defa hasat yapılan, pirinç, mısır gibi ürünlerle, hurma, şeftali, üzüm gibi meyvelerle zengin bir ülke hâline geldi.

Ayrıca dokumacılık çok ilerlemişti. Bu dokumalar Mısır’a oradan da Horasan’a kadar gidiyordu. Yüksek kalitede kadife türünde yünlü kumaşlar yapılıyor ve Endülüs’te yetişen bitki kökboyaları ile boyanıyordu. Sedef kakmacılığı ve fildişi oymacılığı da gelişmişti. Endülüs halkını refaha kavuşturan ihracat ürünleri; zeytinyağı, kuru meyve, işlenmiş deri, seramik, ipekli ve yünlü kumaşlardı.

Tabii ki bu maddi kalkınmanın yanında çok canlı bir dinî ve manevi hayat vardı. Halk âlimlere ve fakihlere çok hürmet eder, sohbetlerini dinler ve kitaplarını okurdu. Bu geniş kültür birikimi zenginlik ve refahla birleşince, Ortaçağ karanlığında bir güneş gibi Endülüs İslam Medeniyeti doğdu.

Avrupa’nın en büyük şehri

Biraz da Kurtuba’yı konuşalım. O çağda Kurtuba’da nasıl bir yaşantı vardı? Diğer Avrupa başkentlerinde durum nasıldı?

Evet “Altın Çağ”da Kurtuba ile Avrupa başkentleri arasında maddi ve manevi olarak tam bir uçurum vardı. Üçüncü. Abdurrahman zamanında Paris’in nüfusu sadece 40 bin iken, Kurtuba 500 bin nüfusuyla Avrupa’nın en büyük şehriydi. 28 mahallesi, halkın oturduğu 113 bin ev, 600 cami, 800 hamam, 50 hastane, birçok yüksekokul, 80 ilkokul, 17 ortaokul ve lise vardı. 4 bin ilahiyat öğrencisi yüksek eğitim alıyordu.

Gece ancak ellerindeki meşalelerle korkarak sokağa çıkabilen Parislilere, Viyanalılara, Romalılara karşılık, Kurtuba halkı aydınlatılmış pırıl pırıl caddelerde geç saatlere kadar güven içinde gezip dolaşıyorlardı. Avrupa temizliğin ne olduğunu bilmezken Kurtuba’da tam 800 hamam vardı. Kurtuba’nın ticari hayatı da çok hareketliydi. Binlerce dükkânın bulunduğu çarşıda gerek doğudan gelen, gerek Endülüs’te imal edilen her çeşit mal alıcı buluyordu. Şehrin güzellik ve zarafetine paralel olarak halk da giyim kuşamlarında çok itinalı, alış veriş ve karşılıklı münasebetlerinde çok kibardı. Kurtubalılar bu yenilikleri Bağdat’tan gelen Ziryab’a borçluydular.

Medeniyetin köprüsü

Bu ismi zannederim çok az kimse biliyor. Ziryab kimdir anlatır mısınız?

Halife Harun Reşid zamanında Bağdat’ta yaşayan çok önemli bir kültür adamıdır. Musiki başta olmak üzere, mutfak kültürü, sağlık, temizlik, moda, giyim kuşam, saç kesim ve bakımı onun uzman olduğu alanlardı. İkinci Abdurrahman zamanında Bağdat’tan Kurtuba’ya gelen Ziryab, otuz yıl içinde Endülüs’ün sosyal hayatı ve kültürü üzerinde çok etkili oldu. Dillere destan Bağdat’ın renkli ve cazip yaşantısı, kısa zamanda Kurtuba’ya hâkim oldu.

Giyim kuşam, saç kestirme, ev mobilyası, yeme içme, mutfak kültürü, temizlik, bakım, müzik eğitimi ve moda onun getirdiği yeniliklerden sadece bazılarıydı. Avrupa’nın ilk konservatuarı Ziryab tarafından Kurtuba’da kurulmuştu. Onun tanıttığı yenilikler, Endülüs’te dolayısıyla Avrupa’da bir ilk olma özelliğini koruyordu. Elbiselerin bir çeşit tuzla temizlenmesi, dişlerin bitkilerden yapılmış bir macunla fırçalanması, koltuk altı kokusunu giderecek bir esansın kullanılması onun getirdiği yeniliklerden bazılarıydı.

Biraz da Kurtuba’nın ilim ve kültür hayatından bahseder misiniz?

Kurtuba yakınlarında inşa edilen Medinetüzzehra Saray Kütüphanesi zamanla çok zenginleşmiş, görevliler tarafından kataloglar hazırlanarak, halkın ve öğrencilerin hizmetine sunulmuştu. Kurtuba, dünyanın Bağdat ve Kahire’den sonra üçüncü büyük kütüphanesine sahip şehri olmuştu. Üçüncü Abdurrahman’ın oğlu İkinci Hakem zamanında, Medinetüzzehra’da 400 bin, Kurtuba’daki 20 özel kütüphanede 100 bin kitap bulunuyordu. Her biri 50 sayfadan meydana gelen 44 ciltlik katalog sayesinde, araştırmacılar kütüphaneden çok kolayca istifade ediyorlardı. Kendisi de aynı zamanda eser kaleme alan Halife Hakem, kütüphanedeki kitapların çoğunu okumuş, kenarlarına bazı notlar bile düşmüştü. Onun bu ilme ve kitaba merakı, kendi çevresinden başlayarak halk ve esnaf tabakalarına kadar yaygınlaşmıştı. Başta Kurtuba olmak üzere Endülüs’ün bütün şehirlerinde okuryazar olmayan neredeyse kalmamıştı. Her taraftaki kâğıtçılar, kâtipler, kütüphaneciler kanalıyla yılda 60 bin kitap yayınlanıyordu. Üçüncü Abdurrahman’ın âlimleri ve sanat erbabını himaye etmesi neticesinde, gerek Endülüs’ten gerek Mağrib ve doğudan gelenlerle Kurtuba ilim merkezi olmuştu. Ulucami’nin yanında kurulan Kurtuba Medresesi, Avrupa’nın yükseköğretim yapılan ilk ve tek eğitim kurumuydu. Burada sadece Müslümanlar değil, gayrimüslimler de rahatça öğrenim görebiliyordu.

Kurtuba’da Endülüs’ten kalan en önemli tarihî eser herhalde Ulucami’dir. Bu mabed hakkında bilgi verir misiniz?

Bu caminin temelleri Emevi Devleti’nin kurucusu olan Birinci Abdurrahman tarafından 784 yılında atıldı. Onun vefatından sonra oğlu Birinci Hişam tarafından tamamlatılan ilk yapı, daha sonra çeşitli devirlerde genişletildi. İkinci Hişam zamanında, Baş vezir İbni Ebu Amir tarafından 987 yılında doğu tarafına bir bölüm eklendi. Böylece cami 180 metreye 150 metre ebadında çok geniş bir alanı kapladı. Bunun üçte biri, kenarları revaklı avludur. Farklı zamanlarda değişik bölgelerden getirilen mermer sütunlar camiye ayrı bir güzellik katmaktadır. Toplam olarak 1100 adet sütun bulunan Ulucami’nin en sanatlı yapısı hiç şüphesiz oymalı mermer ve altın renkli mozaiklerle yapılan mihrap ile fildişi parçalar ve altın çivilerle yapılmış olan ahşap minberidir.

Avrupa Rönesansı’nın temeli

Böyle yüksek seviyeli ilim ve kültür ortamında çok sayıda âlim ve mütefekkir yetişmiş olmalı. Bazı örnekler verir misiniz?

Elbette çok sayıda ilim ve fikir adamı yetiştiren Endülüs bu yönüyle Avrupa Rönesansı’nın da temelini oluşturmuştur. Mesela Zehravi adlı bir tıp âlimini ve yazdığı çok önemli tıp kitabını ele alalım. Zehravi’nin Kurtuba’da eğitim görüp mesleğini burada sürdürdüğü, Halife Üçüncü Abdurrahman, İkinci Hakem ve İkinci Hişam devirlerinde Medinetüzzehra Sarayı’nda bulunduğu biliniyor. 10. yüzyılda yaşayan tıp âlimi ve cerrah Zehravi (Albucasis) yazmış olduğu Tasrif adlı kitabıyla çağının çok ilerisinde olduğunu göstermiştir. Tasrif, mükemmel bir tıp kitabı olmanın ötesinde cerrahiyi bir ilim dalı hâline getiren, modern ameliyat aletlerinin tanıtıldığı tecrübi tıbbın en önemli örneğiydi.

Yine 12. yüzyılda yaşayan İbni Rüşd (Averroes), zirveye çıkan Endülüs medeniyetini tek başına temsil edecek kadar önemli eserler veren Kurtubalı hekim ve filozoftu. Tıp Külliyatı eseriyle hekimliğini gösterirken, Aristo’nun kitaplarına yaptığı şerhlerle Avrupa’da commentatör (açıklayıcı) olarak tanınmıştı. Onun felsefesi, yüzyıllarca Averroism (İbni Rüşdcülük) adı altında Avrupa üniversitelerinde ekol olmuş ve kitapları okutulmuştu.

Astronomi ve coğrafya Endülüs’te hızla gelişen ilim dallarıydı. Mecriti doğuya yaptığı seyahatten sonra edindiği bilgilerle Endülüs’e dönmüş, usturlap hakkında bir kitap yazmıştı. İdrisî ise ilk defa doğruya en yakın dünya haritasını çizmişti.

Böyle yüksek bir medeniyet, teknik alanda da gelişmeler ortaya koymuş mudur?

Avrupa’nın ilk kâğıt fabrikası Şatibe’de kurulmuştu. Çok pahalı olan parşömen yerine pamuktan üretilen ince ve ucuz kâğıt, kitap yazmayı ve çoğaltmayı kolaylaştırıyordu. Kitap ise ilim ve tekniğin yayılmasını ve gelişmesini sağlıyordu. Dokumacılık çok gelişmişti. Kurtuba’da 13 bin, İşbiliye’de 6 bin, Meriye’de 800’den fazla dokuma tezgâhı vardı. Dericilik, madencilik, kâğıtçılık gibi sanayinin yanı sıra, el sanatları ve mahalli ürünler sayesinde gelir artmış, limanlarda yapılan ticaret geliştikçe ihracatta çok büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.

İlk Uçan Adam

Son olarak ilk uçan adamdan bahsederek sohbetimizi tamamlayalım isterseniz? Eminim ki bu konu okuyucularımızın da çok ilgisini çekecektir. Kimmiş bu ilk uçan adam?

Avrupa’nın ve belki de dünyanın ilk uçan adamı Endülüs’te yaşamış olan İbni Firnas’tır. Bu adam büyük kanatlar yapıp üzerini ince kumaş ve kartal tüyleriyle kaplamıştı. Ahalinin meraklı bakışları altında kanatların altındaki kısma oturup yaptığı büyük kuşu uçurmayı başardı. Abbas İbni Firnas, uzun zaman havada uçtuktan sonra, süzülerek geniş çimenliğe inmeye çalıştı. Ancak ne var ki, tam konacakken birdenbire yere çakıldı. Hemen etraftan koşanlar yardım edip hastaneye kaldırdılar. Tabipler, hafif sıyrıklarla kazayı atlattığını açıkladılar. İbni Firnas, yaptığı cihazın düşme sebebini kısa zamanda buldu. Kanatların arka kısmına dengeyi sağlayacak kuyruk yapmadığı için cihaz iniş sırasında yere çakılmıştı. Bu olay 880 yılında meydana gelmişti.

Çok teşekkür ederim. Şu anda hangi kitap üzerinde çalışıyorsunuz?

Asıl ben teşekkür ederim. Şu anda Endülüs Serisinin üçüncü kitabıyla ilgili araştırma ve okumalara devam ediyorum. Maalesef 800 yıllık bu büyük medeniyetin çok hazin bir sonu var. Gırnata merkezli Beni Ahmer Devleti’ni, Elhamra Sarayı’nda yaşanan inanılmaz olayları ve nihayet Endülüs’ün çöküşünü bu yeni kitabımda anlatmaya çalışacağım. İnşallah, bu yılın sonbaharında okuyucuyla buluşacağını ümit ediyorum.