Dolar (USD)
32.28
Euro (EUR)
34.67
Gram Altın
2381.77
BIST 100
10276.88
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

01 Kasım 2023

Entelektüel ilgisizlik

Türkiye, diğer Batı-dışı toplumlar gibi modernleşme sürecine “aktarım”larla dahil olmuştur. Modernleşme kendi dinamikleri ile oluşmadığından, Osmanlı’dan başlayarak gerçekleştirilmeye çalışılan ıslah ve tecdit hareketleri ister istemez belirli gerilimleri de yansıtmıştır. Bu aynı zamanda Batı’nın hikayesine ve kimi zaman batılılaşmaya dışarıdan dahil olmanın zorluklarını da içinde barındırmaktadır.

Bu minvalde oluşan kafa karışıklarından birisi de, ulema, aydın ve entelektüel şeklinde isimlerini sayabileceğimiz profillerin içeriğinde meydana gelmiştir. İslam geleneğinin tarihine bakıldığında karşımıza “âlim”in çoğulu olan “ulema” kavramı bir bilgi profili ve otorite şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Ulema, tarihsel süreçte ilimlerde otorite olmuş, devletle-sivil alan arasında (sivil alan batı’daki sivil toplum kavramından farklı anlamda kullanılmaktadır)toplum ve sivillikten yana duran bir figürdür. Bu bağlamda ulemayı sadece bilgi üreten ve bilgi aktaran bir fonksiyonla sınırlandırmamak lazımdır. Çünkü ulema toplumun sorunlarının farkındadır onlara çözüm önerir ve en önemlisi özgür bir ictihad alanında hareket etmeye çalışır.

Bu minvalde Ebu Hanife’nin iyi bir örnek oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ebu Hanife tüm toplumsal sorunlar karşısında bir tavır geliştirmeye çalışmış, kendisine “resmi ulema” olma yolundaki teklifleri de reddetmiş ve hatta bu sebeple baskı da görmüştür. Bu anlamda ulemayı sadece bilgi aktarıcısı değil, bugün Batı’daki karşılığı ile (tam karşılığı da değildir) entelektüel olarak da kamusalda bulunduğunu görmekteyiz.

Osmanlı’nın son döneminde ulema etkinliğini kaybetmiştir. Bu, bir yandan ulemanın yeni gelişen dünyayı okuyamaması, diğer yandan artık Batı’da yetişen aydınların onların yerine ikame olması sebebiyledir. Nitekim bir ayağı “ilim” olan Osmanlı Devleti’nde ulema bürokrasideki etkinliğini de kaybetmeye başlamıştır.

Ulema ve aydın, o günden bu yana hem dualist yapının bir parçası olarak hem de aralarındaki gerilimle gelmişlerdir. Ulema, İslami ilimleri bilirken, dünyadaki gelişmeleri okuyamamakta; aydın ise dünyadaki gelişmeleri takip ederken İslami ilimleri bilmemektedir. Burada “islam”ın çok geniş bir kültür evrenini tanımladığını hatırla(t)mak lazımdır. Aydın’ın Türkiye toplumunda bir yabancı gibi durmasının sebeplerini de burada aramak lazımdır.

Aradan geçen bunca zamana rağmen ulema ve aydının durumunda bir değişim gözlenmemektedir. Zaten “ulema” diyebileceğimiz bir figürün varlığı hala tartışmalıdır. Fakat bununla birlikte ulemanın dünyayı okuması hala problemli görünmektedir. Aydın da bu topraklara yabancılaşmasını hala aşabilmiş değildir.

Şimdi Türkiye gibi batı dışı bir toplumda, bu dualist ve bütünlükten yoksunluk problemi nasıl halledilecektir? Hala her iki profilin de birbirini anlama sorunu olduğu görülmektedir. Bu durum aynı zamanda, din ve dünya uyumunun da sağlanamamış olduğunun bir göstergesi gibi görünmektedir.

Fakat esas sorun; ulema, aydın ya da entelektüellerin kendilerini okuma konusundaki ilgisizlik ve isteksizlikleridir. Öyle ki, bir takım problemler soyut düzeyde tartışma konusu olmakta Türkiye düzlemine inememektedir. Yani kendi toplumunu okuma, kendi teorisini oluşturma, sorunlarını ciddiyetle sonuna kadar bilimsel olarak tartışma gibi işlevler zayıf kalmış görünmektedir.

Batı’daki teori ve tartışmaların altı kazındığında o toplumun sorunları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bunlar hem bir tarihsel süreci hem problemi hem de teoriler bağlamında buna yönelik açıklamaları içermektedir. Belki de bu sebeple, öncelikli adım kendimiz üzerine yeniden projeksiyon geliştirmek olmalıdır.